Aşkenazlar Almanya, Fransa ve Doğu Avrupa'da yaşayan veya onların soyundan gelen Yahudilerdir. Sefaradlar ise İspanya, Portekiz, İtalya, Yunanistan, Türkiye, kuzey Afrika ve Ortadoğu'da yaşayan Yahudiler ve onların soyundan gelenlerdir.

1400'lere kadar İberik yarımadası, kuzey Afrika ve Ortadoğu, Yahudilerin seyahat etmelerini genel olarak serbest bırakan Müslümanların kontrolü altındaydı. Yahudiler 1492'de Hıristiyan hükümdarlar tarafından İspanya'dan kovulunca, birçoğu Hollanda, İtalya, Balkanlar, Türkiye (Osmanlı İmparatorluğu), kuzey Afrika ve Ortadoğu bölgelerindeki topluluklar tarafından kabul edildiler.

"Aşkenaz" terimi İbranicede "Almanya", "Sefarad" da "İspanya" kelimesinden türemiştir.

Sefaradların inancı temelde Ortodoks Yahudilikle bağdaştığı halde bazı dini kanunları (Alaha) yorumlama tarzı Aşkenazlarınkinden farklıdır. Bu farklardan birine örnek: Hamursuz (Pesah) bayramı boyunca doğulu Sefaradlar pirinç, mısır ve bakliyat yiyebilirlerken, Aşkenazların bu yiyeceklerden sakınmasıdır.

Sefaradlar tarih boyunca yaşadıkları bölgenin, (Yahudi olmayan) yerel kültürüyle Aşkenazlardan daha fazla kaynaşmışlardır. Aşkenaz Yahudiliğin geliştiği Hıristiyan yörelerde ise Hıristiyanlarla Yahudilerin arası genellikle gergin olup, Yahudiler kendi dinlerinden olmayan komşularından ayrı duruyorlardı. Sefarad Yahudiliğinin geliştiği İslam ülkelerinde ayrımcılık ve baskı çok daha seyrekti. Sefarad düşünce ve kültürü Müslüman ve Yunan felsefe ve biliminden çok etkilendi.

Sefarad dua ayinleri Aşkenazlardan değişiktir ve Sefaradlar farklı melodiler kullanırlar. Ayrıca Sefaradların bayram görenekleri ve geleneksel yemekleri de Aşkenazlardan farklıdır.

Birçok kişinin uluslararası Yahudi dili olarak bildiği Yidiş aslında Aşkenaz Yahudilerinin dilidir. Sefaradların kullandığı dil olan Ladino ise, kökleri İspanyolca ve İbraniceden gelen bir dildir. Tıpkı Yidiş'in Almanca ve İbraniceden geldiği gibi...

Görsel sanatlarda müzik ve tiyatroya kıyasla Yahudi geleneği çok daha azdır. Bunun en mantıklı ve genel olarak kabul edilen nedeni, Yahudi müzik ve edebiyatında da daha önce bahsettiğimiz gibi, Yahudi kültürünün Rönesans'a kadar dinsel geleneklere bağlı olmasıydı. Birçok dini uzman İkinci Emir'in görsel sanatları putvari görüntü sayarak yasakladığına inandığından, Yahudiler 18'inci yüzyılın sonlarına doğru özümlenmiş Avrupa toplumlarında yaşamaya başlamadan önce, Yahudi sanatçılar, ressamlar çok nadirdi.

Yahudilerin Avrupa'daki görsel sanatlarla uğraşıları, XIX. yüzyıla değin ilgilenmedikleri Avrupa klasik müziğiyle aynı zamanda gelişmiştir. Bu gecikme zamanla XX. yüzyılda Modernizm'in yükselmesiyle aşıldı. Yahudilerin sanatsal varlığı I. Dünya Savaşı'ndan sonra artarak patlama yaptı. Yahudiler eşit haklar kazandılar, politikaya atıldılar, sanatkâr oldular. Bu bir nevi Yahudi kültür rönesansı idi.

Yahudiler Avrupa'nın modern sanat hareketlerinde önemli bir rol oynadılar: Art Deco (Tamara de Lempicka), Bauhaus (Mordecai Ardon), Constructivism (Boris Aronson), Cubism (Nathan Altman), Expressionism (Chaim Soutine), Impressionism (Leonid Pasternak), Minimalism (Richard Serra), Orphism (Sonia Delaunay), Realism (Raphael Soyer), Surrealism (Victor Brauner), ayrıca özellikle bir tek harekete bağlı olmayanlar, örneğin Maurycy Gottlieb, Nahum Gutman ve Charlotte Salomon.

Günümüzde dünyadaki bilinen toplam nüfusları 13-14 Milyon kişi kadar olan Museviler; tarih boyunca olduğu gibi bugün de, değişik kültürlerde farklı şekillerde adlandırılırlar. Bu farklı adlandırma şekilleri; bir bakıma Musevilerin tarihinden kaynaklanırken, bir bakıma onları adlandıran kültürlerin bu adlandırmayla Musevi tanımında belirginleştirmek istedikleri niteliklere, bir bakıma da, o kültürlerin alt yapısında bulunan kültür öğeleri temelinden kaynaklanan anlatım geleneklerine bağlı bulunmaktadır.

Bu çalışmanın başlangıcında "Museviler/Musevi inançlılar" adı ve tanımının kullanılıyor olması, bu tanımın benimsemiş veya tercih etmiş olmasına değil, çalışmanın Türkçe kaleme alınıyor olması dikkate alınarak; Müslüman/Türk/Osmanlı kültüründe bu ad ve tanımın daha yaygın biliniyor/kullanılıyor olması ve sözü edilen halkın din ve inanç sistemine ilişkin bilgileri derliyor olması nedeniyledir.

* * *

Adlandırmalar / Tanımlamalar:

Sami / Semit:

Museviler, Noah’ın üç oğlundan biri olan "Şem/Sam"ın soyundan geliyor olmaları itibariyle; "Sami/ Semit" olarak tanımlanıp adlandırılırlar. Mezopotamya yaşayanlarının, bu arada örneğin Aramların, Kildanların ve en geniş tanımıyla Arap halklarının da bu soydan geldikleri bilinmekteyse de, "Sami/Semit" adı ve tanımı biraz da Musevilerin bunu benimsemesi nedeniyle özellikle Musevileri adlandırma ve tanımlamada kullanılmakta, örneğin "Antisemitizm" dendiğinde; dünyanın hemen her yerinde "Sami karşıtlığı" değil, herhangi bir tereddüt söz konusu olmaksızın "Musevi karşıtlığı" anlatılmak istenmekte ve öyle anlaşılmaktadır. Çağımızda da "Sami/Semit" tanımı Musevileri tanımlamaya özgü bir ad ve tanım olarak kullanıla gelmektedir.

İbrani / İvri:

Museviler Noah’ınn 10. göbekten torunu, ilk İbrani ata "Avraham Avinu"nun soyundan gelmeleri itibariyle; "İvri/İbrani" olarak tanımlanıp adlandırırlar. Tora'daki anlatıma göre ilk İbrani ata "Avraham Avinu", babası önderliğinde ailesiyle birlikte doğduğu Ur Kasdim kentinden; önce kuzeydeki Harran'a sonra da, babasının ölümü üzerine Tanrısal buyruk gereği güneydeki Kenaan diyarına göç etmiş, bu göçü nedeniyle de "İvri/Geçen/Göçen" sanını almış ve bu san "Avraham Avinu" soyundan gelenleri tanımlamak için kullanılır olmuştur. "İbrani" ad ve tanımı ilk İbrani ata "Avraham/İbrahim"in, "İvri/Geçen/Göçen" anlamına gelen sanından türemiş olduğuna ve onun soyundan gelenlere de bu tanım verildiğine göre; örneğin günümüz Arap uluslarının hemen tümü de onun ilk oğlu "Yişmael"in soyundan türemiş olmaları itibariyle "İbrani" sayılmak durumundadır. Oysa dünyanın hemen her yerinde ve tarihin hemen her diliminde "İbrani-Hebrew-Hebreu-Evreo-İvrin" dendiğinde, anlatılmak istenen de, hiç bir tereddüt söz konusu olmaksızın anlaşılan da yalınızca Musevilerdir.

Bene Yisrael/İsrailoğulları/İsrael:  

Museviler İbrani ataların üçüncüsü ve sonuncusu; "Yisrael" lakaplı "Yaakov Avinu"nun torunları olmakla "Bene Yisrael/İsrailoğulları/İsrael" olarak tanımlanıp adlandırılırlar. Bu tanım ve adlandırma, tarihsel gelişim süreci içinde bir ölçüde en belirgini sayılmaktadır. Bu noktadan itibaren; "Bene Yisrael/İsrailoğulları/İsrael" dendiğinde anlatılmak istenen de, tereddütsüz anlaşılabilen de Musevilerdir ve bu tanımla adlandırma içine, günümüzde de Museviler olarak bilinenlerden başkası girmemektedir.

"Bene Yisrael/İsrailoğulları/İsrael" tanım ve adlandırması, günümüzde Museviler olarak bilinenlerin soy/sop/boyları itibariyle tanımlanmasının sonuncusudur. Bir başka anlatımla, Tora metinleri incelendiğinde; günümüz Musevilerin soy/sop/boy itibariyle: "Şem/Sam" soyundan gelmekle "Sami" soy’lu, ilk İbrani ata "Avraham Avinu"nun zürriyetinden gelmekle "İvri/İbrani" sop’lu ve "Yisrael" lakaplı "Yaakov Avinu"nun boyundan gelmekle de "Bene Yisrael/İsrailoğulları/İsrael" boy'lu oldukları açıkça görülmektedir.

Burada asıl üzerinde durulması gereken husus, günümüz Musevilerinin boyları bakımından değilse de soyları ve sopları bakımından ortak atalara sahip oldukları öteki halk ve ulusların bir bölümünün hala varlıklarını sürdürüyor olmalarına karşın, bu soy ve sop adlarının yalnız Musevileri tanımlıyor ve öteki soydaşları dışlar biçimde kullanılıyor olmasıdır ki, bunun nedenlerini eldeki konuya ilişkin bilgilerin kaynağı olan Tora’nın anlatım üslubunda aramak gerekir.

Tora bu konuya ilişkin bilgileri verirken "Eklektik/Seçkinci" bir tutum izlemiş görünmektedir: Tora'nın bu tutumunu örneklendirmek gerekirse; ilk İbrani ata "Avraham"ın karısı "Sara"dan doğma oğlu "Yitshak" Tora tarafından izlenirken, cariyesi "Hagar"dan doğma ve İbrani sayılması gereken, günümüz Arap halklarının atası olarak da bilinen oğlu "Yişmael" bir ölçünün ötesinde izlenmediği gibi, Ketura adlı eşinden doğma ve yine İbrani sayılması gereken çocukları da izlenmez. "Yitshak"ın oğullarından "Yaakov" izlenirken, doğal olarak İbrani sayılması gereken ikiz kardeşi "Esav" belli bir ölçünün ötesinde izlenmez.

Tevrat'ın "soy saçaklanması"na ilişkin ve amacına bakılırsa kendi içinde tutarlı sayılabilecek bu anlatım üslubunun, soy/sop tanımının sadece izlenenlere özgü sayılması/sanılması sonucunu doğurmuş olduğu görülüyor.

Musevi/Mosaique:

Museviler, Tanrı'nın "Moşe Rabenu" aracılığıyla tebliğ ettiği; "İlk Göksel Tek Tanrılı Kitabi Din Disiplini"nin mensupları ve o dönemden beri uygulayıcıları olmaları itibariyle "Musevi/Mosaique" olarak da adlandırılıp tanımlanırlar. Bu ad ve tanım, daha öncekilerin aksine geldikleri soy/sop/boy ölçütlerine göre değil, tuttukları yola ya da yaşam disiplini biçimlerine göre verilmiş bir ad ve tanımdır ki; genelde günümüz Musevilerini inançları itibariyle tanımlamak gerektiğinde ve bu konuda belirginlik amaçlandığı hallerde kullanılır.

"Musevi/Mosaique" adı ve tanımı kullanıldığında anlatılmak istenen de, tereddütsüz anlaşılan da, dinsel aidiyetleri açısından da olsa doğal olarak Musevilerdir ve bu tanımın içine Musevilerden başkası girmez.

Yahudi/Jew/Juif:

Günümüz Musevileri, "Yehuda/Judea" bölgesi oturanları ve en son yıkılan "Yehuda/Judea" devleti yurttaşı olan bir halk ve ulusken ve bu ulusun kurucu öğelerinden biri olan Yehuda Kabilesi mensupları sayılmaktayken dünyanın hemen her bölgesine dağılmış olmaları itibariyle "Yahudi" olarak da adlandırılır ve tanımlanırlar.

Bu adlandırmanın; Babil sürgününden dönen Musevilerin, ülkelerine Asurluların yerleştirdiği ve yaklaşık yetmiş yıl içinde birtakım Musevi dini esaslarını uyguladıkları halde, önemli ölçüde eski pagan geleneklerine bağlı kalan ve kendilerinin gerçek "Museviler" ve "Yisrael" adlı Musevi devletinin ardılları olduklarını iddia eden Sumer kökenli "Şomronim/Semiriler" diye de bilinen toplulukları kendilerinden ayrı tutmak amacıyla benimsemek durumunda kaldıkları bir adlandırma olduğu dikkat çekici tarihi bir olgudur.

Görüldüğü gibi bu ad ve tanım, Musevilerin yaşadığı coğrafi bölgenin, ulusallıklarının ve kurdukları son devletin adına gönderme yapan, dahası Musevi inancını kısmen benimseyenleri dışarıda tutan bir anlayışın ürünüdür ve bu ad ve tanım içine de günümüzde Museviler olarak bilinenlerden başka bir halk girmez. Bütün bu ad ve tanımlardan da anlaşılacağı gibi günümüzde Museviler olarak tanımlanıp adlandırılanların; a)"Sami” soyundan, b)"İbrani” sopundan, c)"İsrail” boyundan, d) "Musevi" inancından ve e)"Yehuda" bölgesi yerleşenleri ve eski "Yehuda" devleti yurttaşlarının torunları olduklarını varsaymak gerekmektedir.

Bu ad ve tanımların her birinin tek başına günümüz Musevilerini adlandırıp tanımlar olarak kullanılmakta olduğu nasıl bir gerçekse, bu tanımlardan her birinin aslında Musevilerin değişik bir yönünü tanımladığı da öyle bir gerçektir. Asıl önemli gerçekse bütün bunlar bilindiği halde; çoğu kez bunların eş anlamlı olarak kullanılması ve bunun sonucu olarak da birbiriyle uzlaşmazmış izlenimini veren tamlamalar meydana gelmiş olmasıdır.

Örneğin Slav kültürlü toplumların hemen hepsinde Musevilerden söz edildiğinde "İbrani" tanımı kullanılırken örneğin "İbrani halkı", "İbrani gelenekleri", "İbrani dini", "İbrani huzurevi" ve "İbrani okulu" gibi tamlamalara rastlamak mümkündür. Grek/Helen kültüründe de durum bundan farklı değildir. Latin kültürlü toplumlarda Musevilerin "İsrail" tanımları öne yansıtılmakta ve buralarda da örneğin "İsrail halkı", "İsrail dini", "İsrail geleneği", "İsrail Hastanesi" ve "İsrail yetimhanesi" türünden tamlamalar bulunmaktadır.

Hıristiyan kültürlü batılı toplumlarda Musevilerden söz edilirken, günümüzde olanak oranında "Yahudi" ad ve tanımından kaçınılmasının nedeni, Hıristiyanlığın batıya yayılma süremi olan Greko-Romen döneminde, "Yahudi" tanımının Yahudiler ve Yahudiliğin aşağılanması amaçlandığında bolca kullanılmış olmasıdır. Esasen Matta İncil’inde de bu hava yoğunca hissedilir. Bu noktadan hareket edildiğinde sözü edilen kültürlerde günümüzde Musevilerden söz edilirken "İbrani" veya "İsrail" ad ve tanımlarının tercih ediliyor olmasını bir nezaket kaygısı sonucu olarak değerlendirmek yanlış olmayacaktır. Sözü edilen kültürlerde "Yahudi" ad ve tanımı hala aşağılayıcı bir tanım olarak değerlendirilmekte, Museviliği ve Musevileri aşağılama amaçlandığında hala bolca kullanılmaktadır. Anglosakson ve Cermen kültürlerinde Musevilerden söz edildiğinde "Yahudi" ad ve tanımı kullanılır.

Genelde İslam kültürü "Yahudi" tanımını kullanmayı tercih ederken, bazı hallerde "İsrail oğulları" anlamında "Ben-i İsrail" tanımına da yer verir ve bu din disiplini içine sızdığını iddia ettiği Musevi inancı kökenli olarak tanımladığı davranışları "İsrailiyat" olarak nitelendirip adlandırır. Cumhuriyet öncesi Müslüman/Osmanlı söyleminde gerek resmi belgelerde gerekse günlük konuşmada çoğunlukla kullanılan tanım "Yahudi" olup, "Musevi" tanımına daha az rastlanır. O dönemlere ilişkin belgelerde; örneğin "Yahudi Taifesi", "Millet-i Museviyye","Millet-i Yahud" "Yahudi Eytamhanesi","Ebna-yı Museviyyeden Salamon Yahudi", "Yahudi mahallesi", "Yahudi çeşmesi" ve aşağılar anlamda "Yahudi Havrası" gibi tamlamalarla karşılaşılması olağandır ve sonuncusu hariç bu tamlamalar aşağılama ifadesi taşımaz.

Osmanlı döneminde Musevileri aşağılamak amacıyla kullanılan tanımsa; yine Yahudi adının Farsça "Cehüd" ve/veya Batı dillerindeki "Jew-Juif"in bozulmuş hali olduğu sanılan "Çıfıt" tanımıdır. "Çıfıt çarşısı" tanımı dağınıklığı/düzensizliği ifade eder. Türkiye’de özellikle Cumhuriyet döneminde Musevilerin resmi adı "Musevi"dir ve nüfus kütüklerinde olduğu gibi, Nüfus Hüviyet Cüzdanlarında da "Musevi" oldukları belirtilir, bu şekilde de resmen dinsel kimlikleriyle adlandırılıp tanımlanmış olurlar. Gerçeklerle ne ölçüde örtüştüğü incelenmesi gereken şu ön kabule göre de kısaca: "İbraniler Sami'dir, İsraioğulları İbranidir, Yahudiler İsrailoğullarıdır, Musevilik Yahudilere verilmiş bir kabile dinidir ve Yahudi olmayan Musevi olamaz.

Öyleyse aralarındaki zorunlu ilintiler gereği bu ad ve tanımlardan hangisi kullanılırsa kullanılsın dile getirilmeyen ötekilerini de içerir. Dolayısıyla bunların birbiri yerine kullanılması da eş anlamlı olarak kullanılması da anlatım pratiğinin doğası gereğidir."   Temelinde bir tür toptan kolaycılık ve uygulamayı kuramlaştırma izlenimi veren bu ön kabulün, günlük yaşamda yansımasını bulduğu da bir gerçektir.

Yusuf Altıntaş

Giriş

Kutsal İbrani şiirinin, dini toplantılarda, Osmanlı klasik müziğine uygun şekilde yaratılmasına ve icrasına adanmış, bir Yahudi şair, bestekâr ve şarkıcılar işbirliği olan Maftirim olgusu; Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Yahudi dindarlığının eşsiz formlarından biridir. Mevcut kayıtların da kanıtladığı üzere, hakkında fazla yazılmamış olan bu olgu, Osmanlı Yahudilerinin müzik kültürüne ilgi duyan herkesin dikkatini çekmeyi sürdürmektedir.

Ne yazık ki, Maftirim tarihçesi hakkındaki çoğu bilgi zamanın akışında kayboldu. Diğer yandan, konuya ilişkin kayıp bilginin parçaları yeniden oluşturulmakta. Bu makalenin amacı; bu müziko-şiirsel dini olguyu açıklamaya çalışmaktan ziyade konuyla ilgili hali hazırda elde mevcut bilgiyi özetlemektir. Umuyoruz ki, gelecek çalışmalar, özelikle de günümüze kadar henüz okunmamış belgelere dayanarak yürütülenler, bu olguya daha fazla ışık tutacaktır.

* * *

Türk makamının (çoğulu: makamlar) Yahudi Osmanlı müzisyenlerince benimsenmesi, XVI. Yüzyıl ortalarından beri Yahudi kültürünün Osmanlı İmparatorluğu'nun benzersiz koşullarında gelişimini özel bir biçimde ortaya koymaktadır. Hem kompozisyon hem de icra anlamında yetkin müzisyenlik standardı gerektiren ve Osmanlı şehirli seçkin sınıfının bir ürünü olan Türk makam geleneğinin rafine ve karmaşık vasıfları, özellikle Sefarad Yahudilerinin 1492- 1497 yılları arasında İspanya'dan önce Portekiz'e sonra da Osmanlı İmparatorluğu'na kitlesel göçünü takiben, ağırlıklı olarak şehirli Osmanlı Yahudi toplulukları tarafından desteklendi. Yahudiler, Osmanlı İmparatorluğu'ndaki diğer dini azınlıklardan müzisyenler ile birlikte, özellikle saraydaki Yahudi olmayan aristokrat cemiyetin müzikal kültürünün asli yapılanmasına etkin olarak katılmak suretiyle saray makamında hızla yetkinleştiler. XVII. yüzyıl itibariyle, müziğin makam stilinde kompozisyonu ve icrası Osmanlı Yahudileri için önemli meslekler haline geldi.

Yahudi müzisyenlerinin Osmanlı makam geleneğindeki uzmanlıkları, makamın ayin icrasında kullanımıyla, özellikle de sinagoglarda ya da evlerde icra edilmek üzere özel bir İbrani müzik repertuarının gelişiminde kullanımıyla aksetmiştir. Bu repertuar, özel dini olaylarda, çoğunlukla da sabahın erken saatlerinde ya da Şabat'larda akşamüstlerinde icra edilirdi. XVI. yüzyıl ortalarında doğru bu tarz toplantılar, Yukarı Galile'deki Sefarad Yahudileri arasındaki Kabalistik(Mistik) çevrelerde görünür şekilde gelişti. Gerçekten, Yahudi dini olaylarında, müziğin ve kutsal şiirin ana rolü, Sufi'lerin sema'sı (bkz: Fenton; Shiloah) ile bazı benzer özellikler taşır. Bu toplantıların eskiden beri var olan mistik mantığı, XVI. Ve XVIII. Yüzyıllar arasındaki altın çağından beri aşındıysa da, Yahudi şarkıcılar bu musiki geleneği sadakatle çağdaş döneme taşımaya devam ettiler. Değerli bir dini geleneği (minhag) ile müziğin icracılara ve benzeri şekilde dinleyicilere sağladığı estetik zevki korumak, bu uygulamanın esnekliği için kuvvetli sebepler arasındaydı.

İbrani dini repertuarı ve genel Türk makam repertuarı arasındaki çok yakın musiki ilişkiye rağmen, Yahudi geleneği kendine özgü karakteristikler taşır, bunlardan biri de kendine has vokal ve koral karakteridir. Makam kural, form ve tarzlarını izleyen bir Osmanlı süiti olan İbrani bir vokal faslının icrası, sinagoglarda ortaya çıkmış olan korolarda özel olarak eğitilmiş bir grup şarkıcının vazifesi haline gelmişti. Bu korolar arasında en bilinenlerinden biri, Edirne'nin (eski Adrianopolis) Maftirim topluluğu idi.

Edirne Maftirim repertuarına dair geniş bir tarihi çalışma yönünde ana kaynak genel olarak, bütün Osmanlı İbrani müzik geleneği içerisinde; el yazmaları ile makamların, usullerin isimleri, müziklerin türleri ve/veya İbrani karakterleriyle Türkçe yazılmış kompozisyonların başlıkları veya açılış satırlarına yapılan referanslar gibi müziğin icrasıyla ilgili işaretler taşıyan kutsal İbrani şarkılarının (piyyutim ve pizmonim) basılı koleksiyonlarıdır. 16.yüzyılın sonlarından 20. yüzyılın başlarına kadar Türk makamlarına göre tasnif edilmiş bu kutsal İbrani şarkılarının derlemeleri Türkçe benzerleri gibi mecmua olarak isimlendirilmiştir. (bkz: Wright)

Bu el yazmaları çoğunlukla, Osmanlı Yahudi kültürü genelinde ve Osmanlı İmparatorluğu'nda kutsal İbrani şiiri konusu özelinde, akademisyenlerce atlanmış. Tarihçiler ve edebiyat öğrencileri bu tarz belgeleri değerlendirmede yetersiz kalmışlar, çünkü belgelerin oldukça can alıcı müzikal geçmişine önem vermemişler. Dahası, müzikal yaratıcılığın büyümekte olan etkisi XVII. yüzyılın başlarında Osmanlı İmparatorluğu'ndaki kutsal İbrani şiirinin edebi kalitesi açısından zarar verici idi. Bunların müzikal kompozisyona boyun eğmeleri sonucunda, piyyutim genellikle hantal ve tuhaf bir form kazandı; örneğin; farklı sayılarda satırlardan oluşan kıtalar, aynı kıta içinde farklı sayıda hecelerden oluşan satırlar, bir kıta içerisinde farklı uyaklar ve anlamsız hecelerden oluşan birçok kıta veya nazım(terennüm). Şimdilerde bu tuhaflık, disiplinler arası bir yaklaşımla, kutsal İbrani şiirinin müzikal bağlamda göz önüne alınmasıyla açıklanabiliyor.(bkz; örnek; Beeri 1994)

16. yüzyıldan 20. yüzyıl başlarına kadar Osmanlı klasik müziği ile icra edilmek üzere bestelenmiş binlerce İbrani şiiri, XX. Yüzyıla kadar yayınlanmamıştır. Dahası bu şarkıların sadece çok küçük bir kesiti sözlü tarihle canlı kalmıştır. Bu yaşayan repertuar, en önemli ve hemen hemen sadece İstanbul'da bulunan Shirei Israel be-Eretz ha-Qedem (bundan sonraki adıyla SHIBHA) adlı basılı İbrani Mecmuada (c. 1921) ortaya çıkmıştır. Bu koleksiyon, 1920'de, Edirne'deki göçmenlerin liderliğinde, İstanbul'da faaliyet gösteren Yahudi şarkıcılarının bir araya gelerek icra ettikleri repertuarı yansıtmaktadır. SHIBHA, Edirneli matbaacı Binyamin Behor Yosef tarafından, yine bir başka Edirneli gazeteci, akademisyen ve şair İzak Eliyahu Navon önderliğinde Edirne'deki Maftirim repertuarına dayanarak basılmıştır. Repertuar, I. Dünya Savaşı'ndan sonra, birçok Edirneli Yahudi'nin, şehirlerinin savaş sonucu harap olması sonucunda göç edişiyle İstanbul'a getirildi. Edirneli Maftirim'in kendine has repertuarına ek olarak SHIBHA, aynı müzisyen çevresinde faal olan İstanbullu ve İzmirli çağdaş müzisyenler tarafından bestelenmiş parçaları da ilave etti.

Maftirim/SHIBHA geleneğinin başlangıcı: Haham Israel Najara'nın katkısı

Osmanlı hafif müziğine Yahudilerin dâhil olmasının Sefarad Yahudilerinin gelmesinden önce başlamış olması olmayacak bir şey değildir. Kutsal İbrani şiirinin Türk müziğiyle söylenmesine ilişkin ilk kayıtlar, 16.yüzyılın başlarına ait İspanyol tarzında İbrani şiirinden etkilenmiş olan Romalı (Bizans) İbrani şairleri arasında bulunmuştur. Şair Şlomo Mazal'ın Shirim ve -zemirot u- tushbahot (İstanbul, 1545) koleksiyonu, "be‑niggunishma'eli" veya "beshinui niggun ishma'eli" (Müslüman melodisiyle söylenmek üzere) başlıklarını taşıyan (233‑244 numaralı) bir kısım şiiri içermektedir. Tarihçi Salomon Rozanes, bu başlıklardan Mazal Tov'un, makam kullanan ilk Yahudi şair olduğu sonucuna varmıştır. Bununla birlikte Rozanes'in varsayımının sağlam bir dayanağı olmadığından, Mazal Tov'un o dönemde gelişmekte olan Osmanlı klasik müziğine dahil olup olmadığına dair ispatı zordur. (bkz: Beeri 1994b)

Yahudilerin İber yarımadasından kovulmasını ve Osmanlı topraklarında yeniden yerleşmelerini takiben, tespit edilmesi zor bir batı türü müziğini getiren Andaluz Yahudileri Osmanlı topraklarına akın ettiler. Yine de bu batı türünün, Haham Eliyahu b. Elkanah Capsali'nin (1483-1555; bkz Capsali, vol. 1, s. 91ff) Seder Eliyahu adlı kitabında anlatılan hikâyeye göre İstanbul'da belirli bir etkisi olmuş olabilir. Sultan tarafından tebdili kıyafet ile yeni Yahudi kullarını ziyareti esnasında, İspanya'dan gelen Yahudi bir müzisyen keşfedilir. Hemen ertesi gün saray tarafından davet edilen bu Andaluz Yahudi'si heyecandan ilk icrasında başarısız olur ama ilk şoku atlatınca sarayın şef müzisyeni olur. Uydurma bile olsa bu hikâye İspanyol Yahudilerinin Osmanlı saray müziğine dâhil oluşlarıyla ilgili başlangıcın göstergesidir.

16. yüzyılın sonlarından öncesine ait elle tutulur bilgi eksikliği sebebiyle, Osmanlı Yahudi müziği geleneğini gerçekte başlatan kişinin Haham Israel Najara (1555- 1625 dolaylarında) olduğu konusunda kanıtlar sağlamdır. Son bir yüzyıldır akademisyenlerce Doğu Akdeniz Sefarad Yahudiliğinin en çarpıcı şairi olarak sayılan Najara'nın temel yeniliği, gelişmekte olan Osmanlı makam sistemini İspanya'dan kovulmalarının ardından kutsal İbrani şiirine uyarlamak olmuştur. (Bacher; Benayahu; Gaon; Idelsohn 1921; Rozanes; Seroussi 1990;Yahalom). Najara tarafından yazılmış olan Zemirot Yisrael (3 farklı baskıda yayınlanmıştır: Safed 1587, Selanik 1599/1600 ve Venedik 1600) ve She'eritYisrael (M. H. Friedlander tarafından Pizmonim başlığı altında kısmen yayınlanmıştır, Viyana 1858; çoğunluğu hala el yazmasındadır) adlı dini şiirlerin iki (compendia'sı) yakın incelemeye tabi tutulduğunda, onun Osmanlı müziğine artan şekilde dahil oluşunu gösterir. Zemirot Israel 3 bölümden oluşur; sırasıyla sabahın erken saatleri için piyyutim (Olat ha‑tamid), Şabat (Olat ha-shabbat) ve Yeni Ay (Olat ha‑hodesh). İlk bölümdeki piyyutim Türk makamlarına göre düzenlenmiştir. Najara tarafından Zemirot Yisrael'de kullanılan 12 makam; Rast, Dugah, Hüseyni, Buselik, Segah, Segah‑Irak, Nebrus‑Acem,Mahur, Neva, Uzzal, Naks‑Hüseyni, ve Nikriz'dir. 16. yüzyıl klasik Arap ve Acemmüzikal sistemlerinden doğan Türk makam geleneği, Najara'nın gençliğinde birleşme sürecindeydi. Böylece, Zemirot Yisrael'de görülen makam isimleri modern Türk uygulamasında bulunduğu halde, günümüz müzikal uygulamasının Najara'nın zamanına herhangi bir izdüşümü spekülatiftir.

Faaliyetlerini Şam – Safed arasında yürüten Najara'nın bu müzik konusunda nasıl güncel kalabildiği de hala üstünde düşünülebilir niteliktedir. Najara'nın, Türkiye'ye ve hatta Selanik'e seyahat etmiş olma olasılığı, onun makam sistemi üzerindeki olağanüstü uzmanlığını açıklayabilir.

Eserlerinin ilk aşamalarında, Najara'nın modelleri iki kaynaktan gelen Türk şarkılarıydı; özellikle Yahudilerin Suriye'de sıkı ilişkide olduğu Yeniçerilerin kahvehaneleri ile bazı durumlarda, Najara'nın mecmualarında (bkz; Tizetze ve Yahalom) belirtilen; Bektaşi tarikatına mensup Pir Sultan Abdal gibi sufi şairlerin şarkılarının da tanıklık ettiği Sufi tarikatlarıdır. Najara'nın modern müzikal formlar ile ilgili farkındalığını sonraki yazılarında görmekteyiz. She'erit Yisrael'de, çoğu yayınlanmamış en son dini şiir koleksiyonunda, makamlara ek olarak bazı usuller (döngüsel ritimler) ve özellikle peşrev gibi, Osmanlı saray müziğinin bileşik bir formu olan enstrümantal müzik tiplerinden bahseder. Viyana'daki K.K. Hofbibliothek'te (şimdiki Ulusal Kütüphane) yer alan (M. Friedlander tarafından 1858'de Pizmonim olarak basılan) Sheherit Israel elyazmasında "yasadeti 'al peşrev Kabul Hassan" ("[Bu şarkıyı] Peşreve dayandırdım Kabul Hassan [tarafından]") gibi başlıklar bulabiliyoruz. Peşrev, Najara'dan beri Yahudi bestekarlar tarafından desteklenmiş bir Türk enstrümantal formudur (Seroussi 1991). Sheherit Israel ilk gerçek İbrani mecmuası olup aynı zamanda tüm Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Yahudi bestekârlar ve şairler tarafından model ve ilham teşkil eder.

Sonuç olarak Najara belirtilen başarıları kazanmıştır;

  1. Bir Osmanlı İbrani Müziği geleneği kurdu. Bu gelenek, kutsal İbrani şiirinin Türk motiflerine, örneğin makamlara göre derlenmesinde yansır.
  2. İlk Şabat sabah törenleri gibi, Osmanlı İbrani vokal müziğinin icrası için özel dini bağlamlar belirledi.
  3. Piyyutim içi melodiler besteledi, çünkü Sheherit Israel el yazmasında çoğunlukla "lahan hidashtiani" (tarafımdan bestelenen ezgi) diye yazmış.
  4. Kutsal İbrani şiirini, Osmanlı sanat müziğine göre uyarlayarak bestelemeye devam eden müritleri vardı. Hatta bu müritler Osmanlı sarayındaki son gelişmelere uygun olarak bu geleneğin müzikal yönünü zarifleştirdiler. O kadar ki bu arınma genellikle Najara'nın zamanında zirveye çıkmış olan şiirinin seviyesini düşürme pahasına yapıldı.

Osmanlı İbrani müzik geleneğinin Israel Najara'dan sonra pekişmesi

17.yüzyılın başlarında, Najara hala hayattayken, Osmanlı İmparatorluğunda saray müziği ve popüler müzik geleneği konusunda yetkin olan İstanbullu Yahudi müzisyenler sarayın önemli kişileri haline geldiler. İstanbul'da 1614'te Seyyah Pietro dela Valle, yeni Venedik büyükelçisi Alomoro Nani için verilen resepsiyonu tarif ederken şöyle diyor; "yemekten sonra, hepsi, Türk tarzında dans eden, şarkı söyleyen ve enstrüman çalan Yahudi müzisyenleri seyretmek için, bir ya da iki saatliğine sarayı terk ettiler."

Bu ustalık aynı zamanda kutsal İbrani şarkıları alanında da mevcuttur.

Osmanlı saray müziğine uygun piyyutim söyleme alanında Najara'dan sonraki gelişmeyle ilgili olarak 3 önemli gerçeği de vurgulamak gerekir;

  1. 17. Yüzyıl başlarından sonra, Edirne zamanla Osmanlı İbrani müziğinin yaratılması konusunda merkez haline gelmiştir. Bununla birlikte bu geleneğin coğrafi kapsamı aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu'nun (Bulgaristan ve Bosna gibi)diğer batı bölgelerine ve hatta daha ötesine; Mısır'a ve Venedik'teki önemli Levanten Yahudi toplumuna kadar genişledi.
  2. 17. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Yahudi şairler ve bestekârlar, sarayda hizmet veren Müslüman ve Hıristiyan müzisyenler ve Mevlevi tarikatındaki müzisyenlerle yakınlaştılar.
  3. Osmanlı Yahudi müzisyenleri çifte kültüre sahiptiler: hem Yahudi toplumuna hem de Yahudi olmayan seyirciye hizmet verdiler.

Bu müzik geleneğinin izini, XVII. yüzyıldan itibaren geçen zamana direnmiş ve bugün İsrail, Avrupa ve Amerika'da birçok kütüphaneye dağılmış düzinelerle İbrani mecmuasını incelemek suretiyle sürebiliriz. Najara'ya çok yakın olan Şamlı müzisyenler ve şiir çevrelerinden çıkmış ilk el yazmaları; Najara'nın She'erit Yisrael'in genişletilmiş versiyonlarını içermektedir. Bunların arasında bugüne kadar neredeyse hiç bilinmeyen (Beeri 1995 ve 2000/2001) Najara'nın kendi oğulları, Levi ve Moşe(sırayla büyükbabası ve babasının isimlerini almışlar), Haham Hayim Vital'in en genç oğlu olan, ünlü kabalacı, şair ve fizikçi Shumel Vital (1598-c.1678), ve hakkında hiçbir şey bilmediğimiz verimli şair Yehuda Ben Noaj bulunmaktadır.

Najara'nın etkisi, İbrani şiirinin geniş coğrafi dağılımı ve onun geliştirdiği müzikal uygulama diğer el yazması mecmualarda yer alır. En önemli el yazmalarının arasından XVII. yüzyıl ortalarına ve XVIII. Yüzyıl başlarına ait olan iki tanesi Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde yer alan Venedik'teki Levanten Yahudi toplumu kökenlidir.

İlk el yazması, 1650 civarlarında, Venedik'te hazan olan David ben Abraham de Silva'nın derlediği bir ilahidir. Bu şiirler, Najara'nın Zemirot Yisrael adlı el yazmasında işlevlerine (Şabat, Yeni Ay, Önemli Bayramlar, Purim, Hanuka, vs.) ve kısmen de müzikal (makam) kriterlere göre tasnif edilmiştir. De Silva'nın kullandığı Türk makamları; Buselik (Yahudiler tarafından Puselik olarak telaffuz edilir), Rast, Uzzal, Dügah, Hüseyni,ve Neva-Irak'tır.

Venedik'ten gelen ikinci el yazması, aslen Saraybosnalı olan hazan Moşe Hakohen tarafından derlendi. Elyazmaları 1702tarihli olup, sonrasında Hakohen ailesince yapılan bazı eklemeler içeriyor. Bu kutsal kitabın genel düzenlemesi Zemirot Israel tarafından belirlenmiş formata göre yapılmış. Derleyici tarafından Ne'im Zemirot olarak isimlendirilmiş olan birinci kısmı, iki bölümden oluşur; birinci kısım 10 Türk makamına uygun olarak düzenlenmiş piyyutim, ikincisi ise dini ve yaşam evrelerine göre tasnif edilmiş piyyutimleri içerir. Birinci bölümde bahsi geçen makamlar; Rast, Dügah, Hüseyni, Neva, Sikah, Acem,Irak, Segah, Puselik, ve Uzzal'dır. Elyazmasının Na'avah tehillah olarak isimlendirilmiş ikinci kısmı ise; XVIII. yüzyılda Levanten Sinagogu hazanlarının müzik icrasında makam sisteminin baskın rolünü ifade eden bazı dizinler yer alır. Bu dizinlerden biri, belirli dini olaylarda söylenen nesir türü duaların seslendirildiği aynı makamdaki bir grup piyyutim ezgisini içerir. Bu bilgiden yola çıkarak, hazanların tek bir makam kullanarak bütün dini olayların icrasını birleştirdikleri ve bu uygulamanın Sefarad sinagoglarında bugüne kadar geldiği varsayılabilir.

Najara'nın mirasıyla ilgili çalışmaların önemli kaynaklarından bir diğeri de, ona en yakın müritlerinden biri olan Avtaliyon ben Mordehay'ın el yazmalarıdır. Avtaliyon'un kesin olarak hangi zaman aralığında yaşadığı konusunda hala sorular vardır. Rozanes tarafından Avtaliyon hakkında yazılmış detaylı ama çoğunlukla belgelenememiş hikâyelerden alıntı yapmak oldukça uygundur;

Avtaliyon ben Mordehay aslen İstanbullu bir ailenin çocuğuydu. 1570 yılında İstanbul'da doğdu. Ve şair Haham Israel Najara'nın yeşivasında (din okulu) eğitim aldığı İsrail'e taşındı. Hahamın ölümünden sonra Türkiye'nin Avrupa tarafında Edirne'de yerleşti. Halefleri Rusçuk'a yerleşti ve halen de Bükreş, Rusçuk ve Paris'te tanınmış iş adamları ve bankerler olarak yaşamaktalar. Saraybosnalı Haham Moşe Halevi'nin ifadesine göre, cemaate ait bir el yazması bulundu, el yazması bu şair tarafından yazılmış ve sonunda şöyle yazıyor; "Bu, Tora için gösterilen fedakârlıklar adına gösterilen çabaların benim payıma düşen kısmı ve [bu el yazmasını] öğretmenime ellerimle yazdım ve ışık, gençliğin görkemli tacı, bilgili öğretmen ve Haham Israel Najara, sonsuza dek yaşasın... Avtaliyon ben Mordehay".

Türkler arasında ünlü olan ve Küçük koca haham Avtaliyon olarak çağırılan bu şair, peşrev, yürük semai, fasıl Kurdaniani ve benzeri [formlarda] müzik kompozisyonlarıyla ünlü idi ve şarkıları uzun yıllar elyazmalarında yer aldı; SHIBA'da ve Ne'imZemirot [Saloniki 1929]'ta yayınlandı. Bu şarkılar ve ezgiler İsrail topraklarından Avrupa Türkiye'sine (Rumeli) ve Asya Türkiye'sine (Anadolu)yayıldı. Şair Avtaliyon ben Mordehay Edirne'ye geldiğinde, [bu şarkıları]beraberinde getirdi ve yerel Yahudi cemaatine takdim etti. Devamlı olarak Celâlettin Rumi'nin kurmuş olduğu dervişler tekkesinde Mevla'ya olarak anılan mistik keşişlerle, beraber idi. Bu tarikat ona ithafen Mevlana olarak adlandırıldı, üyeleri her Cuma günü toplanır ve müzikal enstrümanlar eşliğinde dans ederler (Rozanes 1929, Fransızca olan bu pasajın özet versiyonunun önsözü, Rozanes'in adını yazmadan, Nehama'da bulunmaktadır; sayfa 185-186).

Ne yazık ki, Rozanes'in bahsetmiş olduğu Saraybosna'dan gelen bu el yazması şu anda kayıp. Bu kaynağa göre Avtaliyon'un, Najara'nın genç bir müridi olduğu görünmekte. Aynı şekilde Rozanes (SHIBA ile ilgili kısa girişinde) onu 1760'lı yıllarda Edirne'de yaşamış olarak göstermektedir! Maftirim CD'sindeki notlarda, herhangi bir belgesel dayanağı olmaksızın Avtaliyon'un doğum tarihi 1747 olarak verilmektedir. Durum böyle iken, Avtaliyon'un el yazması koleksiyonunda (aşağı bakınız) kullandığı müzik terminolojisi, elle tutulur bir kanıt olarak, 17.yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı devletinde müzik sanatının durumunu yansıtmaktadır. Bu sebeple, şu hipotezleri öneriyoruz; Avtaliyon adında iki şair vardı, ünlü bir büyükbaba ile (XVI. yüzyılın sonlarında XVII. Yüzyıl ortalarına kadar), büyükbabası Avtaliyon ben Mordehay'dan ayrılabilmek için Avtaliyon ben Mordehay Avtaliyon ismini kullanan daha az ünlü bir erkek torun (XVII. yüzyıl sonlarından, XVIII. yüzyılın ilkyarısına kadar).

Şu ana kadar, Avtaliyon'un etkileyici mecmuası Hadashimla-bqarim'in ("[Onlar] her sabah yeni", Threni 3:23 ithafen, cemaatin talebi sebebiyle şairin yenilenmeye karşı duyduğu dürtüye atıf olarak) 4 el yazması kopyasını bulduk. Bu koleksiyonun en tamamlanmış versiyonu, yazarın (bkzSassoon, s. 818) detaylı önsözünü içeren tek kopya olan, Ms. Sassoon no. 1031'dir. Bu el yazmasının yazarın kendi imzası olduğunu tahmin ediyoruz.

Avtaliyon'un eserlerine yapılan yüzeysel bir inceleme bile, onun saray geleneğiyle ilişkisinin Najara'ya göre daha derin ve ileri olduğunu gösterir. (Bileşik olanlar da dâhil olmak üzere) çok daha fazla sayıda makam kullanır, kural olarak kompozisyonları başlıklarında karşılık gelen Usul'ü taşır ve kullandığı müzikal formlar XVII. yüzyıl sonu Osmanlı Sarayı'nda kullanılan standart formlardandır. Najara sadece vokal peşrev ve çok az semai bestelemişken, Avtaliyon'un koleksiyonunda birçok peşrev ve semaiye ek olarak beste, kâr, nakş, yürük semai ve peşrev semai gibi diğer türlerden parçalar da bulunur ki sonuncusu da sadece XVII. yüzyılın sonlarında İbrani kaynaklarda belirtilen bir formdur. Avtaliyon'un parçaları, saray faslında, Mevlevi ayininde ve Maftirim toplantılarında olduğu gibi, tek bir makam üzerine dayandırılmış döngüler halinde icra edilmek üzere yapılmıştır.

Burada bahsedilmesi önem arz eden Osmanlı Yahudi şair müzisyenlerinden birisi ise Bursalı Yosef Ganso'dur. O, Najara dışında, dönemin tek şairidir ve Osmanlı müziği için hazırlanmış bir XVII. yüzyıl İbrani şiiri koleksiyonunu yayınlamayı başarmıştır. Bu koleksiyonun yalnızca Pizmonimu-baqqashot (İstanbul, 1648 dolayları) başlıklı tek bir kopyası kısmi olarak Amerika Yahudi Teoloji Semineri kütüphanesinde korunmaktadır.

Najara, Avtaliyon ve Ganso'nun izinde, Osmanlı İmparatorluğunda başka şehirlerde olduğu gibi Edirne'de de bir Osmanlı Yahudi müzisyenler okulu kuruldu. Bu Yahudi müzisyenlerden bazıları Yahudi olmayan çevrelerde de ün kazandılar. 17. ve 18. yüzyıl Türk kaynaklarında bunlardan bahsedilir (bkz Feldman, s. 48-50). Bunların arasında miskali Yahudi Yako ve tamburi Yahudi Kara Kaş gibi enstrümancılar yer alır. Ancak Çelebiko (bir Cantemir öğretmeni); İstanbul'dan seçkin bir ailenin üyesi olan (17. yüzyıl sonunda Edirne'de hala faal olan) ve sonradan popüler şiirleri Karait ayinleri gibi birçok koleksiyonda yer alan Aharon Hamon (Yahudi Harun olarak bilinir, 1721'de doğmuştur; bkz Schirmann), 1746-1753 yılları arasında İstanbul'da (1730-1754 arasında saltanat sürmüş olan) Sultan I. Mahmud'un sarayında bulunmuş olan en önemli müzisyen Fransız Oryantalist Charles Fonton'un bahsettiği uzun boyunlu tanbûr çalan Moşe Faro (Musî ya da tamburi hakham Muşe olarak tanınan, ö. 1776); (1789-1807 arasında saltanat sürmüş olan) Sultan III. Selim'in sarayında şef müzisyen olmuş, sultanın öğretmenliğini yapmış ve (Gülizar makamını tasarlayan) yenilikçi İzak Fresko Romano (Tanbûrî Izak veya Ishak, 1745-1814 dolaylarında) gibi çoğu Yahudi müzisyenler, hem besteci hem de icracıydılar. İbrani mecmuaları; İzak FreskoRomano da dâhil olmak üzere, bazı Yahudi ustalarının piyyutim de yazdıklarını gösterir. Bununla birlikte, XVII. ve XVIII. yüzyılın sonlarına ait İbrani Osmanlı mecmualarında belirtilmiş olan birçok verimli bestekârdan Türk kaynaklarında her nasılsa hiç bahsedilmemektedir. Bu şair/müzisyenlerin arasında İzak Amigo, AbrahamToledo, Abraham Reuven, Aharon bar Itzhak Alidi, Moşe Şani ve oğlu Şlomo Moşe Şani (İbrani kaynaklarda Sheme"sh akronimi –yani sözcüklerin baş harflerinden oluşan sözcük- olarak anılır), Yaakov Amron, Eliyah Walid, Moşe Yehuda Abbas, ŞelomoRav Huna, Eliyahu Falkhon, Moşe ben Şlomo ibn Habib, Mordehay Şimon ben Şlomove diğerlerinden bahsedebiliriz.

Bu müzisyen/ şair/ Hahamlar ile ilgili neredeyse hiçbir biyografik ayrıntı günümüze ulaşmamıştır. Rozanes'e (1929) göre, Amigo, Israel Najara'nın yaşamı esnasında İsrail topraklarında yaşamıştır. Saraybosna'dan Haham Moşe Halevi Amigo'nun 84 şiiri Najara'nın koleksiyonuna eklenmiştir (hangileri olduğunu belirtmemekle birlikte Avtaliyon'un onuruna yazılmış olan Saraybosna elyazmasına atıfta bulunduğu açıktır), diğerlerinin şiirleri de SHIBA'da bulumaktadır. Moşe ben Şlomo Ibn Habib (1654-1696), Get pashut'u (Ortaköy [İstanbul], 1719/1720) yazmıştır. XVII. Yüzyıl sonlarında yaşamış olan Abraham Toledo, yeni Ladino şiirinin en verimli ozanlarından biriydi. Osmanlı klasik müziği (bkz Seroussi 1996; Peretz) konusunda uzmanlığını gösterir biçimde bir müzikal çerçeve içerisinde hazırlanmış olan şaheseri Coplas de Yosef Hasadic (ölümünden uzun bir süre sonra 1732 yılında Selanik'te yayınlandı; bkz Peretz); büyük bir Kitabı Mukaddes destanıdır. Abraham Reuven, Beit Abraham'ın (İstanbul, 1741/2) yazarı ve Balat bölgesinde bulunan Ahrida Sinagogu'nun hazanıydı. Aharon Alidi ve Şelomo Rav Huna, onun meslektaşları ve çağdaşları olan hazanlardı (onun eserine bir önsöz yazmalarından 1740'larda hala yaşıyor olduklarını anlıyoruz), buradan bu hazanların 18. yüzyılın birinci yarısında faal olduklarını anlıyoruz. Osmanlı İbrani şairlerinin en verimlilerinden biri olan Moşe Yehuda Abbas XVII. yüzyılın ortalarına doğru Mısır ve Suriye'de (bkz Wallenstein 1944-1950) faal idi. Mordehay Şimon ben Şlomo, MateShim'on'un yazarıdır (Selanik 1797-1819).

XVIII. ve XIX. yüzyılların sonlarına doğru, Edirneli Maftirim, çoğunluğu, şehirlerdeki önemli haham ailelerinin üyeleri olan ve şiirleri SHIBA'da mevcut olan yeni bir şair/bestekârlar kuşağı yetiştirdi. Bunların arasında; 1725'ten beri şehrin hahamlığını paylaşmış olan Mordehay ve Geron ailelerinin üyeleri olan, Divrei Menakhem'in yazarı olan Menakhem ben Şimon Mordehay ve Şmuel Geron'dan bahsedebiliriz. Ben Aroya ailesinin üyeleri de aynı şekilde önemli rol oynadılar özellikle de, XVIII. yüzyıl sonlarında Yehuda ben Israel Ben Aroya ve Abraham Ben Aroya (Tatar Bazarcık'ta haham idi). Edirneli SHIBA'da yer almış diğer yazarlar ise Mehakhem ve İzak Dabah, Hayim (1885 dolaylarında öldü) ve Mordehay ben Basat, Şlomo Moşe Mitrani, Refael Yosef (SHIBA'yı basan kişinin büyükbabası, Binyamin Yosef), Edirne av beit din (hahambaşılık üyesi/din adamları kurulu üyesi) Behor Yosef Danon (ölümü 1905), Behor Mevorah, Israel Hasid,Behor bin Nun (Ortaköy sinagogu hazanı ve bestekar), Haham Behor Papo (İstanbul Maftirim organizasyonunun arkasındaki güç) ve (1874-1879) Rusçuk'ta ve (1887'den sonra) Bükreş'te faal ve sonunda (1901 sonrasında) Edirne'de haham ve İstanbul'da Hahambaşı olan Haham Hayim Becerano (doğumu; 1846, Zagora, Bulgaristan - ölümü 1931, İstanbul). Yahudi ustalarından Türk kaynaklarında bahsedilmemesinin sebebini, bu kişilerin İbrani parçaları salt cemaat içinde kullanmak amacıyla besteledikleri gerçeğine bağlayabiliriz.

XIX. yüzyıl sonlarında Türkiye'deki Yahudi bestekârlar iki gruba bölündüler; Abraham Levi Hayyat, nam-ı diğer Mısırlı Ûdî Avram İbrahim (1872-1933) ve İzak Varon (doğumu; 1884, Gelibolu, 1918'de İstanbul'a taşındı ve1962'de orada öldü) gibi Türkçe şarkılar ve enstrümantal kompozisyonlar yazanlar ile İstanbul'da Moşe Cordova (1881-1967) ve İzmir'den İzak Algazi (1889-1951) gibi İbrani parçalar yazanlar. Bu durum; Yahudilerin laik ve dindar ayırımını müziksel alanda yansıtmaktadır.

XIX. yüzyıl boyunca ve XX. yüzyıl başlarına kadar, Maftirim'in rolü dinsel bir kurum anlamında iyice genişledi. Yeni bestelenen şarkıların çoğu, ilahi kaygılar veya ahiretle (ölüm sonrası) ilgili kaygılardan çok sosyal kaygıları ve cemaat üyelerini etkileyen güncel olayları yansıtır. Hahamların önemli mercilerle randevularını, cemaatte önemli kişilerin İsrail topraklarına gidişini, hırsızların kurduğu pusu olayından kurtulmaları gibi cemaat liderlerinin başına gelmiş mucizeleri anlatan olayları konu alan şarkılar ile Yehuda ben Israel ben Aroya tarafından yazılmış; Edirne'de bulunan iki rakip haham ailesi olan Menahem ve Geron aileleri arasında 150 yıl süren kavgadan sonra yapılan barış ile ilgili bir şarkı buluyoruz (SHIBA, s.203). Değişik bir biçimde ele alırsak, piyyut bir cemaatin başına gelen olayları günlük olarak kaydeden bir araç haline gelmiş ve asıl rolünden yani dinsel rolden çarpıcı bir biçimde farklılaşarak genişlemiştir. Bu durumda, Abraham Danon ve İzak Eliyahu Navon gibi modern akademisyenlerin SHIBA da dâhil olmak üzere İbranice şarkılar bestelemiş olmaları hiç te şaşırtıcı değildir. Bu şarkılar zaten geleneksel piyyutim ile modern, dini olmayan şiir arasında bir yerde durmaktadırlar. Bu son akıma, sosyal ve dinsel karışıklığın olduğu bir dönemde, bu geleneğin canlı tutulması açısından saf bir keyif objesi olarak müziğin rolünün kesinlikle önemli bir faktör olduğunu ekleyebiliriz.

Maftirim'in tanımı

Maftirim ile ilgili bilgiler birkaç kaynağa bölünmüş durumdadır ve çoğunluğu 1920'ler gibi oldukça yeni bir döneme dayanmaktadır. Maftirimle yakından ilgili bir akademisyen olan Abraham Danon, SHIBA'nın önsözünde bizlere nispeten daha detaylı bir tanımlama yapmaktadır:

Bu şarkılar [SHIBA] Maftirim adında şarkıcılardan ve hazan yardımcılarından oluşan bir koro için yazılmıştır. Eski zamanlarda Edirne'de bir adet vardı; her Şabat sabahında, sabah duasından önce(son zamanlarda bu zamanlama Şabat arifesine göre ayarlanmıştır), Levililer Portekiz sinagogunda toplanır ve Tanrı'ya övgü şarkıları gırtlaktan söylerler sonrasında ise hepsi O'nun sinagoguna girerdi (büyük yangından önce sayıları 13 idi) Sinagogda Maftirim tarafından söylenen [açılış] duası olan Barukh she-amar, Kadiş duası bitmeden başlamazdı. Zaman içerisinde Levililer, yardımcıları (mezammerim) ile birlikte hazanlar, etraflarında hevesle toplanmış ve yağmur yutmak istermişçesine ağızlarını açan seyircilerin coşkusuyla birlikte şarkı söylerlerdi. İşte bu nedenle Edirne'de yaşayan çoğu Yahudi, şarkı sanatı konusunda az da olsa uzmanlaşmışlardır, çünkü gençliklerinden beri müziğin kucağında yetişmişlerdir. Duyduğum kadarıyla savaş yüzünden şehirden kaçan göçmenler İstanbul'a taşındılar ve Maftirim toplantılarını Galata bölgesinde yeniden kurdular.

Başka şehirlerin aksine, neden [Edirne], [müzik ve şiirin merkezi olma] ayrıcalığına sahip oldu? Çünkü uzunca bir zaman, mistik (sufi) Mevlana Celâlettin Rumi'nin müritleri olan, her Cuma, tekke olarak anılan kutsal yerde, müzikal enstrümanların sesi eşliğinde derviş dönüşü yapan keşişler orada bulundular… Ve İspanya ve Portekiz'den [Edirne'ye] gelen zulüm edilmiş göçmenler [Yahudiler], yolculuktan yorgun ve bitap düşmüş vaziyette, onlar için [benimsenmeye] hazır bir gelenek buldular ve onlar da hüzünlerini unutmak için Müslümanlar ile aynı formatta müzisyenlerden oluşan bir koro kurdular.

Maftirim, her Şabat, tek makamlık bir fasıl icra ederdi. Olay Aramaic Beresh ormanuta dilinde bir dua ile başlar ve sabit iki kutsal nazım (Tevrat'tan) (Psalms 69, 31 ve Judges 5, 3), koro şefi tarafından haftanın makamında, vokal parça doğaçlama olarak icra edilirdi. Olay yine aynı makamda Mizmor shir le-yom hashabbat (Psalm 92) ve Kadiş (doxology) ile biterdi. Bu son metin, düzenli dini olaylarda birleşime dair işaretleri gösterir ve bu toplantıların dini karakterini vurgular.

Maftirim, çok katmanlı Yahudi toplumunda sosyalleşme açısından büyük bir rol oynadı. Fakir cemaat mensuplarının yüksek kalitede müzikal gösterimlere erişimini sağladı. Mevlevi tekkesinde veya aristokrasinin salonlarında icra edilen müziği dinlemek için buna hak kazanmak zorunda olan Müslüman benzerlerinin aksine, Yahudi toplumunun alt sınıf üyeleri, sinagogda bu tarz yüce müzik dinleyebilirdi.

Maftirim korosunun birçok üyesi, I. Dünya Savaşı'nda, Edirne'nin ve orada bulunan Yahudi cemaatinin harap olması sebebiyle İstanbul'a taşındılar. İlerleyen on yıllar içerisinde faaliyetleri azaldıysa da, bu şehirde toplanmaya devam ettiler. SHIBA'da var olan materyalin ne kadarının gerçekten icra edildiğini tahmin etmesi zordur. Ancak, bu parçaların, icra edilmiş olma özelliklerinden ziyade tarihsel değerlerinden dolayı basıldıkları açıktır. Bu perspektiften bakıldığında; SHIBA daha çok modern Yahudilik Biliminin filolojik kaygıları açısından; elyazmalarından gelen eski bir şiirin modern bir basımı olduğu kadar şarkıcılar için de bir antolojidir.

Maftirim Repertuarı konusunda bilgi sahibi olan birçok kişi bugün İsrail'de yaşamakta ancak bunu düzenli olarak icra etmemektedirler. İstanbul Maftirim kurumunun,1920'lerde, en ihtişamlı zamanında, en ünlü üyelerinden biri; şair, gazeteci ve SHIBA editörü İzak Eliyahu Navon idi. (bkz:Navon'un, Navon'daki Maftirim üzerine raporu, 1930; ayrıca bkz Avenary 1972; Geshuri 1930, bütünü Navon'un, 1920'in sonlarına doğru göçünden sonra İsrail'e getirdiği bilgiye dayanmaktadır) Navon, Maftirim repertuarından birkaç şarkıyı Yahudi şarkıcı Bracha Zefira'ya öğretti. Bu şarkılardan biri; İsrail folk şarkısı haline gelen, Segah makamında bir yürük semai olan Ysmahhar Tziyon idi (Seroussi 1991).

Diğer Osmanlı şehirlerinde SHIBA/Maftirim geleneği

XIX. yüzyılda, Edirneli Maftirim'e benzer müzikal faaliyet gösteren iki farklı Yahudi merkezinin gelişmesine tanık oluyoruz. İzmir'de, bestekârlar ve şairlerden oluşan kuvvetli bir okul, Türkler tarafından hoca‑iberzukar ("mükemmel usta") olarak isimlendirilen bestekâr Haham Abraham Ariyas'ın (XVIII. yüzyıl sonu) öncülüğünde, özellikle şehirdeki Rum Ortodoks Kilisesinin güçlü mevcudiyeti gibi yerel koşulları yansıtan farklı bir stil geliştirdi. Haham Israel Moşe Hazan,1848'de basılan Kerah Shel Romi'adlı (responsum[1])unda (Livorno, 1876, fol. 4b; bkz: Seroussi 1997), İzmir'den gelen hazanların (özellikle Haham Abraham Ariyas'tan bahseder) önemli bayramlar için yeni ezgiler öğrenebilmek amacıyla, kilise duvarlarının dışında Rum Bizans ritüelindeki kiliselerin tatil ayinlerini dinlediklerini anlatır. İzmirli Yahudi müzisyenler hem kutsal İbrani şarkıları hem de enstrümantal müzik bestelerlerdi. Bunların arasında en olağanüstü olanları Algazi ailesi üyelerinden Salomon ("bülbüliSalomon," "Bülbül Salomon," İzmir'de öldü, 1930) ve İzak (İzmir, 1889 - Montevideo, 1950), Şem Tov Şikiar (SantoŞikiar veya Hoca Santo, Manisa, 1840- İzmir, 1920), kemancı ve fasıl bestekârı İzak Barki, veHayim Alazraki (Şapçı Hayim olarak bilinir, ölümü. 1913).

Selanik'teki Yahudi cemaatinin de zengin bir makam icrası ve kompozisyonu geleneği vardı. Bu şehirdeki Yahudi şair ve bestekârların cemiyetleri XIX. yüzyıl ve XX. Yüzyılın başlarında faaliyet gösterdiler. Selanik'teki okul, İstanbul'da eğitim görmüş kemancı ve hazan Aharon Barzilay tarafından kuruldu (XIX. yüzyılın ikinci yarısı). Büyükbabası Abrahamben Barzilay, İzmirli ünlü bir müzisyendi. Bu geleneği Aharon Barzilay'ın müridi, tanınmış akademisyen, şair ve yerel piyyutim koleksiyonu basımcısı olan Sa'adi ben Betzalel Halevi Aşkenazi sürdürdü (ölümü. 1891). Haham Abraham Şealtiel (ölümü. 1891), Edirneli ve İstanbullu (bkz: Seroussi1998) Maftirim'in bir benzeri olan Selanik'teki Hallel ve zimra organizasyonunu geliştirdi.

Recanati'ye göre, Selanik'teki her Şabat duası farklı bir Türk makamına uygun şekilde icra edilirdi. Buna ek olarak, Maftirim modelini takiben, Şabat öğleden sonralarında bazı dini özel programlar Shime'u malakhim metniyle açılır (Türkiye'deki Maftirim toplantılarında olduğu gibi); baş hazan tarafından yönetilen koro bir peşrev ile devam eder, klasik bir beste ve kâr, daha neşeli bir semai nakş ve son olarak baş hazan tarafından Kadiş kantado (İspanyolca: şarkı olarak söylenmiş Kadiş) olarak adlandırılan bir kapanış Kadişi taksim olarak icra edilirdi.

Selanik'te şarkı söyleyen cemiyetler, üyeleri tarafından yaratılmış yeni kompozisyonların metinlerini yayınladılar.1918 Mart'ında, Beit Shaul sinagogunda düzenlenen Hallel ve zimra toplantısındaki Yakov Kohen ve Baruh ben Yakov'un metinleriyle, bestekâr Zadik Nehemya Gerşon tarafından ilk kez icra edilen Nihavent makamında bir fasıl, böyle bir yayına örnek olarak gösterilebilir. Bu programa; 5 hareketli bir fasıl (peşrev, beste, kâr, nakş, ve semai), Yunan ulusal marşı, hahambaşılık otoritesinden bir vaaz, laik konulu bir konferans ve Siyonist hareketin marşı Hatikva dâhil idi. Böylece, kutsal şiir ve müzik, dini, etnik ve ulusal ideallerin kamuya sergilenebilmesi adına bir çatı hizmeti gördü. Selanik Cemiyeti Türk Maftirim'ine bu anlamda da benzerlik gösterdi.

SHIBA/Maftirim geleneğinin Yahudi olmayan Osmanlı müziğiyle ilişkisi

Yahudi müzisyenlerinin, Osmanlı Sarayı ve Mevlevi tarikatıyla yakın ilişkileri, gördüğümüz gibi, Yahudi bir Osmanlı klasik müziği okulu geliştirilmesinde başından beri yinelenen bir temadır. Sinagoglarla sınırlı faaliyetleri olan müzisyenler bile o veya bu şekilde Yahudi olmayan müzikle karşılaşmışlardır.

Najara'nın Sufi Türk şiirinden haberdar olduğundan ve Avtaliyon'un Edirne'deki Mevlevi tekkesi ile yakın ilişkilerinden daha önce bahsetmiştik. Bu bağlantılar daha sonra, XVII. ve XVIII. yüzyıl sonlarında, saray ve Mevlevi bestekârların müzikal kompozisyonlarıyla ilgili İbrani el yazmalarında doğrulanmıştır. Birçoğu Ali Ufki ve Prens Cantemir'in koleksiyonlarında bulunan Osmanlı bestekârlarının belirli parçalarının isimlerinden, piyyutimin nasıl söyleneceği konusunda müzikal referans teşkil eden bu İbrani el yazmalarında da bahsedilmektedir.

İki İbrani mecmuası özellikle bahsi geçen Yahudi olmayan Osmanlı kompozisyonları konusunda zengindir (MS. 1214 New York'taki Yahudi Teoloji Semineri ve MS. İbr. 3395 Strasbourg Belediye Kütüphanesi). Cantemir tarafından, Bestenigar makamındaki peşrev (İbrani kaynaklarda Besteni gyar), usul berefşan (Cantemir 1992, no.281) gibi bir örnekten, Aharon Hamon'un kendi İbrani kompozisyonlarından birinde kullandığı müzik olarak bahsedilmiştir. Cantemir ve Ali Ufki dışında İbrani el yazmalarında kompozisyonlarından bahsedilen diğer Osmanlı bestekârları; Mehmed Kasım (ölümü. 1730 dolayları), Osman Dede (1652-1730), Baba Zeytun, Ağa Mümin, miskali Çolakzade (ölümü. 1658), Yunan tamburi Angelos; Selim-zade Ağa, Ağa Rıza ve Hüsni Hoca'dır. Aharon Alidi'nin peşrev Feriade Yusuf (s. 104) ve Najara (s. 96) tarafından yazılmış bir metine hazırlanan peşrev Sultanzade gibi parçalar SHIBA'da bulunmaktadır. Bazen Yahudi olmayan Osmanlı bestekarlarının isimlerinden bahsedilmez; Yusuf Paşa tarafından Najara'nın "Yeheme levavi" piyyutu için hazırlanmış olan Segah makamındaki ünlü peşrev (bu parçanın bir kaydını son Samuel Benaroya'dan,Osmanlı İbrani Kutsal Şarkıları CD'sinde duyabilirsiniz) bunun bir örneğidir.

Yahudi Osmanlı müzisyenlerinin Mevlevi tarikatıyla olan yakınlıkları 20. yüzyıla kadar sürmüştür. Manisa asıllı olup İzmir, Rodos ve Kudüs'te yaşamış olan Moşe Vital gibi hazanlar bu bağların doğruluğuna tanıklık ederler. O da Türkiye'deki diğer Yahudi hazanlar gibi gençliğinde (1920 dolayları) sinagog için ezgiler öğrenmek amacıyla cuma öğleden sonraları Mevlevi toplantılarına katılırdı (bkz: Vital).

SHIBA/Maftirim müzikal geleneğine Hahamların tutumu

Osmanlı Yahudilerinin dini ayinlerinde varlığı artan şekilde hissedilmeye başlanan makam geleneğine dayalı öğrenilen müzik, itiraza mahal vermeksizin kabul edilmiyordu. Bazı dini kaynaklar, makama dayalı müziğe gösterilen bu tarz olumsuz tutumları göz önüne sermektedir.

Haham Eliyahu Hakohen, Sefer Shevet Musar adlı güçlü ahlaki değerleri konu alan yazısında kişileri (İstanbul (Constantinopla) 1712, fol. 77v), vakitlerini ezgilerle boşa geçiren, seslerini aşağı sınıf topluluklarına göre uyarlamak, bir çok defa tir tir tir ve bir saat boyunca i- o ve bini bini bino demek gibi her biri hayallere dalan günahkar davranışlarda bulunan hazzanim (hazanlar)'a karşı uyarır. Haham Eliyahu Hakohen'in, bu sanattan, sanki müzik dini metinleri anlayamayan cahil toplulukların dikkatini dağıtıcı bir şeymiş gibi bahsedişine ve aşağı sınıflar arasında nasıl bir ilişki kurduğuna dikkat edin.

Haham Mordekhai Atzban'ın Zobeahtorah'sında (Costandina [İstanbul] 1732/3, fol. 7v), makamlar ile ilgilenen ve dindarlığa yeteri kadar önem vermeyen sinagog hazanlarını açıkça şikayet eder: "yakarışlarını ve Elul ayı boyunca gönül alma şiirlerini geliştirmek için her gün erkenden kalkan...ve uykulu göz kapaklarıyla değişik ezgilerde şiirlerini söyleyen ve, bir sonraki gün söyleyecekleri için hazırlanan... uzun makamlar. Bütün bunları yapmaya alışmışlar arasında büyüyen bir felaket. Sorumluluklarının bu olduğunu düşünüyorlarsa, hazanlar ün elde edemeyecekler, şarkı ve ezgiler için istekli kişilerin gözünde ünleri artsa bile... -ve her sabah yeni bir ezgi icat etmekten utanç duymuyorlar"

XIX. yüzyılda Türkiye'de en saygın dini şahsiyetlerden biri olan İzmirli Haham Hayim ben Yaakov Palaçi de özellikle ayinde makam yönlü müziğe karşı düşmanca tutum göstermektedir. Kaf ha-hayyim (Selanik 1859/1860, bölüm 13, 6) adlı eserinde şöyle demektedir; Şarkıcıları veşairleri [payytanim ve-meshorerim] Kadiş ve Keduşa'yı [en önemli dini metinlerdendir] Yahudi olmayanların tarzında makamla söylememeleri yönünde ayıran ve uyaranlar, [çünkü] bilinir ki, [makam söylemek] [şarkıcıyı] şeytani niyetlere götürür.

Maftirim/SHIBHA repertuarının müzikal uyarlamaları

Şimdiye dek akademisyenler ve Yahudi Türk müzisyenleri tarafından eski Türk sistemiyle yazılmış Batı nota sisteminde bestelenmiş Maftirim / SHIBA repertuarında yer alan İbrani makam usulü bestelerin notalarının çok azı yayınlandı... En yakın yayın 1925 civarı bir tarihe ait; İzmirli İzak Algazi'nin İstanbul'da yayınladığı iki İbrani fasıl 1) Avtaliyon'un parçalarını da kapsayan ve SHIBA repertuarından türeyen Makam Hüseyni 2) Fasil de Bestinigar; ve Algazi'nin kendi kompozisyonlarını içeren bu fasılın Moşe Kordova'ya ait, az bulunur bestekarın şahsi imzalı bir kopyası, Brooklyn'de Haham Refael Elnadav'ın mülkiyetindedir, bu değerli evrakın bir kopyasını benim için hazırlayan Haham Elnadav'a teşekkür ederim.

İbrani Osmanlı şarkılarının dağılmış diğer zayıf müzikal uyarlamaları kitaplarda ve makalelerde örnek olarak yayınlanmıştır. 1936/7 yıllarında Zagreb'te Theodor Fuchs tarafından yayınlanan makam stilinde üç şarkı vardır; bunların ikisi (Shaday el mahnorah ve Matai tishlah yah el) Israel Najara tarafından ve bir tane de Haham "Avdalim" tarafından (muhtemelen Avtaliyon) bestelenmiştir. Sonuncusunda metin yoktur. Rozanes ciltlerinden birine ilave edilmiş (Rozanes, 1938), Najara'nın bestelediği iki şarkı daha Viyana'lı Yossef Fleischman tarafından, Bulgar Rusçuklu Haham Eleazar ben Nessim'den metin olmadan uyarlanmıştır.

Bununla birlikte İbrani Osmanlı şarkılarının notalarının geniş bir bölümü hala ender el yazmalarında mevcuttur. Geçtiğimiz yirmi yıllık çalışmanın meyvesi olarak el yazmalarından dört ana koleksiyon bu güne kadar gelebilmiştir; Algazi, Cordova / Elnadav, Uzziel ve Behar koleksiyonları.

İzak Algazi'nin içinde bazı kıymet biçilmez elyazmalarının da bulunduğu kişisel kütüphanesi, hayatının son on beş yılını geçirmiş olduğu Montevideo (Uruguay)'da bulundu. Bu elyazmalarında Abraham Ariyas, Santo Şikiar, ve babası Salomon Algazi gibi tanınmış İzmirli bestekarların yayınlanmamış kompozisyonları bulunmaktadır. Koleksiyonda ayrıca, İstanbullu meslektaşı Moşe Cordova ile diğer adı bilinmeyen bestekârların bazı besteleri yer almakta. Bu kompozisyonların, Algazi'nin şehre varışından sonra İstanbul'da basılmak üzere hazırlandıkları açıktır. Bu proje hiçbir zaman gerçekleşmemiştir.

Cordova / Elnadav koleksiyonunun İsrail'de, Cordova'nın yeğeni olan Sayın Nissan Galili'de olduğu ortaya çıkmıştır. Buna, Moşe Cordova'nın en olağanüstü müridi olan, New York, Brooklynli Haham Refael Elnadav'ın mülkiyetindeki bazı kıymetli bilgiler de ilave edilmiştir. Araştırmamıza göre; Algazi ve Cordova koleksiyonları birbirini tamamlayıcı özelliğe sahiptir. Birçok parça aynı el yazısıyla yazılmıştır. Tahminimizce Algazi ve Cordova İstanbul'u terk ettikleri aynı yıl (1932/3) Maftirim cemiyeti mülkiyetindeki müzikal (notalar) partisyonları bölüşüp, sırasıyla yeni yerleşim yerleri olan Montevideo ve Tel Aviv'e götürdüler. Bu koleksiyonun bir diğer önemli bölümü ise Elnadav'ın Moşe Cordova'nın mirasından kendi uyarlamalarını içermektedir.

Uzziel koleksiyonu, (Tel Avivli ünlü hazan Selanikli Simon Uzziel'in ailesinin elindeydi. Bu koleksiyon, 1930 ve 1940'lı yıllara ait Selanikli Hallel ve zimra cemiyetinin repertuarına ilişkin Uzziel tarafından uyarlanmış bazı parçaları içermektedir. Ayrıca Uzziel'in Tel Avivli yakın arkadaşı olan Refael Elnadav tarafından uyarlanmış Maftirim repertuarından bir kaç parçanın nüshalarını da içermektedir.

David Behar koleksiyonu daha geç bir döneme ait olup; Hazan İsak Maçoro, ve Hazan David Sevi gibi İstanbul'da kalan az sayıdaki hazanın belleklerinde yaşayan İstanbul Maftirim repertuarını muhafaza etmektedir. Kanuni David Behar konservatuar eğitimli bir Türk klasik müziği uzmanı olduğundan, onun kapsamlı müzikal uyarlamaları bugün repertuarın icrası açısından birincil derecede önem taşımaktadır.

SHIBA/Maftirim geleneğinin yaşayan mirası

Üç yüz yaşında olanEdirne Maftirim geleneği 1920'lerde kısa bir dönem için son kez parladı. Eski Osmanlı İmparatorluğu'nun önemli şehirlerinden gelen en iyi şarkıcıların ender görülecek birliği bu kısa dönemli Rönesans için ortam yarattı. İlk başta Edirneli Yahudi göçmenler Sirkeci'de özel bir evde toplandılar. 1926/6 yıllarında Haham Behor Papo liderliğinde Şişhane'deki Kneset İsrael sinagogunda toplanmaya başladılar. İstanbul'dan diğer şehirlere göçen, bestekâr Moşe Cordova, şarkıcı/ bestekâr İzak Algazi ve Hazan Nesim Sevilla gibi önemli kişiler bu gruba katıldılar.

İzak Eliyahu Navon gibi, bu müzik geleneğinin olağanüstü tarihi değerini kavrayan Sefarad aydınları, bu Rönesansın gerçekleşmesi yönünde çok büyük destek sağladılar. SHIBA bu yenilenmiş ilginin ifadelerinden başka bir şey değildir. Ancak Maftirim / SHIBA olgusu, eski dini uygulamaların basit bir devamı olarak açıklanamaz. İkinci Dünya Savaşı, Osmanlı İmparatorluğu'nun dağılması, Siyonizm gibi modern Yahudi hareketlerinin ortaya çıkışı ve dinden özgürleşme gibi günümüz olaylarının etkisi 1920'lerdeİstanbul'da Maftirim'in edebi ürünlerine yansımaktadır. Örneğin; Moşe Cordova tarafından bestelenmiş ve İzak Eliyahu Navon tarafından sözleri yazılmış; savaşta çekilen acı ile ilgili bir marş buluyoruz. (s. 87). İsaac Eliyahu Navon tarafından yazılmış modern, dini olmayan diğer şiirler eklenmiştir. İstanbul'da Bikur Holim Hastanesi için gösterdikleri yardımsever desteklerinin hatırasına Baron Hirsch ve karısı Clara'ya övgü olarak yazılmış bir şarkı bu tarza örnektir (p. 66). Sionist marş Hatikva da (p. 89) Maftirim liderlerinin politik yönlendirmelerinin bir ifadesi olarak, SHIBA da yer alır.

II. Dünya Savaşı sonrası eski Osmanlı İmparatorluğu'ndan yeni Cumhuriyete dönüşüm dolayısıyla oluşan sosyal ve ekonomik zorluklar, politik baskılar, çoğu Yahudi'yi eski Osmanlı topraklarından, Batı Avrupa'ya, Amerika'ya ya da İsrail'e göç etmeye zorladı. Cordova, Algazi, genç Samuel Benaroya (aşağıya bkz) ve daha birçokları, 1932-1935 yılları arasındaki kısa dönemde toprakları terk ettiler.

İstanbul'da kalan Yahudi hazanlardan oluşmuş küçük bir grup, 1940'lardaBalat'taki Ahrida sinagogunda Nessim Kohen liderliğinde toplanırlardı.

SHIBA, kısacık altın çağında İstanbul'da Maftirim toplantılarında yer alan profesyonel yorumcular için tasarlanmıştı. Her biri tek bir makama dayandırılmış bölümler halinde dizilmiştir. Bu koleksiyonda 40 makamdan bahsedilmiştir; Rast, Rehavi, Yegyah, Dugyah, Segyah, Chergyah, Penchgyah, Hüseyni, Acem, Acem Aşiran, Muhayyer, Nihavent, Isfahan, Neva, Saba, Hicaz, Şehnaz, Huzam, Ferahnak, Nigris, Bayati, Evic, Uşşak, Tahir, Araban, Sazgyar, Suzinak, Mustar, Buselik, Buselik Aşiran, Bistiniar, Nühüft, Arisbar, Neşabur, Uzzal, Hisar. İzmirli İzak Algazi tarafından bestelenen ve derlenen Suzidil, Bestenigar ve Şevk‑Efza makamlarında üç fasıl SHIBA ana koleksiyonuna eklendi (sayfa. 241-247). Makam repertuarının ender ve bileşik makamlar içeren bu etkileyici çeşitliliği, Najara zamanından beri Osmanlı Yahudileri arasında müzik sanatının gelişimine bir işarettir. Süreklilik arz eden geleneği takiben, Purim için Saba ve Hanuka için Uşşak gibi makamlar Yahudi bayramlarıyla ilişkilendirilmiş. Çoğu şarkıların usulleri yazılmıştır. Her bölümde şiirler, Türkçe fasılda olduğu gibi müzik türlerine göre düzenlenmiştir. Bahsedilen bu türler; peşrev, kâr, beste, agir semai, yürük semai ve şarkı'dır. Her Şabat, icracılar, tek bir makamda süit bestelemek için her tür makam için bir parça seçer.

Bu değerli koleksiyon, Türk Yahudilerinin özellikle de Edirne'nin "Portekiz" sinagogu korosundakilerin – Maftirim - müzik konusundaki üç yüz yıllık yaratıcılığını yansıtır. Koleksiyondaki şiir, Najara ve takipçilerince de sıkça ele alınmış olan; Kudüs'teki tapınağının kurtarılması ve onarılması konuları üzerine yoğunlaşmıştır. Daha modern çağlarda Maftirim şiiri, güncel Yahudi Cemaatinin kaygılarını yansıtmaya başladı.

1970'lerin sonlarına doğru, SHIBA repertuarıyla ilgilenmeye başladığım zaman, çok az belge mevcuttu. Gençliklerinde İstanbul'daki Maftirim icralarına katılmış olan İsrail'deki az sayıda Türk Yahudi şarkıcısı bu repertuarı anımsamakta. Akademisyenlerin bu repertuara hiç ilgileri yoktu. Dolayısıyla bu müzik geleneğinin her türlü uygulama anlamında tükendiği varsayılmaktaydı.

Bununla birlikte, bazı olaylar bu durumu çarpıcı bir biçimde tersine döndürdü. 1987'de Algazi koleksiyonu İsrail'e getirildi ve ilk defa 1989'da (huzur içinde yatsın), Rav Samuel Benaroya'nın sesini duydum. Benaroya, 1935'te Türkiye'den ayrılıp II. Dünya Savaşı dönemini İsviçre'de geçirdikten sonra, 1950'lerde yerleştiği Seattle'daki Sefarad cemaati içinde Bikur Holim'in hazanı oldu. Benaroya ünlü şair ve şarkıcı neslinin son üyesidir. Edirne'de eğitim gördü ve çocukken İstanbul'a taşındı. 1920'de ergenlik çağında, orada Maftirim toplantılarına katıldı ve dönemin büyük ustaları olan Nissim Sevilla, Moşe Cordova ve İzak Algazi'nin yanında çıraklık yaptı. Bu sebeple Benaroya'nın mirası SHIBA/Maftirim repertuarının korunması açısından son derece büyük öneme sahiptir. Benaroya, sesinin artık yok olmaya başladığı hayatının son döneminde bile sayısız parçayı kayıt etti ve söyledi.

1995'te Kanuni David Behar tarafından uyarlanmış müzikal parçaların varlığını öğrendim bu değerli koleksiyonun bir kopyasını aldım. Benaroya'dan on beş yaş genç olan David Behar'ın tam müzik kopyaları, Benaroya'nın aynı parçaları icra etmesiyle doğrulanmıştır.

CD'ye dâhil edilen değerli kayıtlar, Yahudi müzik geleneklerinden en kıymetli bir tanesinin yaşayan kanıtıdır ve David Behar ve meslektaşlarına gösterdikleri çabalardan dolayı çok şey borçluyuz. Osmanlı İmparatorluğu'nun eşsiz bir kültürel kesişme noktasına tanıklıklarını kaydettiler.

(Bu makalenin Türkçe'yetercümesi Eva Varon Çiton tarafından yapılmıştır)

[1] Çevirenin notu: Responsum; olağanüstü bir Talmud öğrencisi tarafından,kendisine iletilmiş yasal ya da dini doğası olan bir soruya verilmiş yazılıyanıttır. Aslen responsum ilgili HaLachah'ı (veya uygulanabilir Yahudiyasası) gündeme getirir ve bir kez verildiğinde, benzeri durumlar meydanageldiğinde örnek olarak gösterilir, Amerikan yasasındaki "emsal teşkil eder"olgusuna oldukça benzerlik gösterir. Bir anlamda responsum Yahudi hukuku olarakdüşünülebilir. (http://members.aol.com/Agunah/history.htm)

Yahudilerin toplumsal tarihine kısa bir bakış, bu halkın hemen her olguyu törenselleştirip şiirlerle, şarkılarla, hatta kimi hallerde rakslarla da ifade etme geleneğine sahip olduğunu saptamaya yetecektir. Bunun ilk örneklerini Yahudi inanç sisteminin temel ilahi metni "Tora"da ve "Tanah" bütününde de görmek mümkündür.

Yahudilerin İspanya kökenlileri olarak tanımlanan "Sefarad"larda ise bu olgu; İberik yarımadasının o mistik ve şiirsel atmosferinin esiniyle de olsa gerek önemli ölçüde belirgin bir hal almış görünmektedir.

İberya kültüründeki romanslarla madrigaller; daha sonra buradan dünyanın hemen her tarafına dağılacak ve değişik toplumlarla bir ölçüde de olsa kaynaşacak olan Sefaradların popüler kültüründe başkalaşarak Kantes/Kantikas haline dönüşecek ve nesiller boyunca evrilerek günümüze dek ulaşacaktır.

Bunlar arasında belki de en fazla çeşitlilik gösteren ve ilgi çekenleri "Kantikas de Novya/Gelin Şarkıları" ve/veya "Kantes de Boda/Düğün Şarkıları" olarak tanımlayıp bir başlık altında toplayabileceğimiz şarkılardır.

Güzel kızın yakışıklı delikanlıyla göz göze gelmeleriyle başlayan serüven, önceleri hafifçe nazlı ve utangaç tebessümleşmelerle sürecek, delikanlının ısrarlı mandolin serenatlarının etkisiyle kısa zamanda her iki tarafta da ateş bacayı sarınca bir biçimde aileleri işe karışacak, "Kortes" olarak bilinen ailelerin bir araya gelip evlatlarının izdivacına onay vermeleri ve bunun için tarafların yapacakları katkıların kimi hallerde sancılı bir biçimde tartışılıp kararlaştırılmasından sonra genellikle "Besimanto-v" dilekleri ve uzak-yakın dostlara "Alkonfites/Badem Şekeri" dağıtılmasıyla durum bir anlamda resmiyet kazanacaktır.

Bu aşamadan sonra artık neredeyse kızın doğduğu günden beri özenle hazırlanmakta olan çeyizin bitirilmesine hız verilecek, ele güne mahcup olmama adına önemli harcamalara girişilecek ve fazla uzatmamak kaydıyla belli bir nişanlılık döneminden sonra "Şeva Berahot/Evlilik Töreni" gerçekleştirilip süreç tamamlanacaktır.

Genel hatlarıyla anlatılmaya çalışılan bu süreç aslında kendi içinde birtakım aşamalardan oluşmaktadır.

Sefarad Yahudilerinin toplumsal yapısında her bir aşama adeta törenselleştirilerek şiirleştirilmekte ve aşağıda tanımlamaya çalışacağımız temalarda şarkılara konu olmaktadır:

Önce şunu iyi bilmek gerekir ki; güzel kızımızı evliliğe razı etmek pek o kadar kolay olmayacaktır. Yakışıklı delikanlımız hem onun -biraz da gelenek gereği- nazlanmalarına tahammül edecek kadar azimli olmalı hem de bu nazını aşabilme adına ona geleceğe ilişkin cömertçe vaatlerde bulunmayı becerebilmelidir.

Ailelerin onaylamasından sonraki aşama; damat adayının kızımıza "Aniyo de Kiduşin/Nişan Yüzüğü" ile elbiselik ipek kumaş göndermesi, buna karşılık gelin adayımızın yavuklusuna kendi elcikleriyle yaptığı börek-çörek gibi "Koza d’orno"lar yanında hele biraz da romantikse adının baş harflerini işlediği ipek mendil göndermesidir.

Nişanlılık süresinin uzaması kimi hallerde içine gül yaprağı da konmuş mektupların karşılıklı gidip gelmesine de neden olabilir.

Düğün tarihi iyice yaklaştığında delikanlımız nişanlısına içinde peştamalı, baş ve ayak havlusu, hamam tası, gümüş tel kakmalı hamam nalınlarıyla birkaç çeşit kokulu sabunu, gülsuyu ve lavanta kesesi bulunan "Boğo de Banyo/Hamam Bohçası"nı gönderecek, buna karşılık kızımız da yavuklusuna içinde usturası, fırçası, tıraş sabunu, kantaşı ve limon kolonyası da bulunan komple tıraş takımı, bağa tarağı, briyantini, ipek gömleği, keten mendili ve bir çift çorabı olan "Boğo de Novyo/Damatlık Bohça"yı ulaştıracaktır.

Düğün tarihi iyice yaklaşmış, sırada akrabalar, yakınlar ve özelikle kaynanayla görümcelere "Aparar Aşuğar/Çeyiz Sergilenmesi" vardır. "A komer un dulse/Bir tatlı yemek" davetiyle eve gelen kadınlar sergilenen her bir parçayla gelinin elişi, örgü, dikiş, nakış, dantel, tığ gibi becerilerini övüp onu göklere çıkaracaklardır ama kaynanayla görümceler belli belirsiz burun kıvırıp dudak bükecekler, her ne sergilense hepsini yetersizce bulacaklar, evde serince bir havaya neden olacaklardır.

Zaten nedendir bilinmez, şu dünürler de ilk günden beri birbirlerini hor görmekten kendilerini alamamışlardır ama pek renk vermezler. Bu durum düğün yaklaştıkça daha da belirgin bir hal almaktadır.

Düğün öncesi haftanın Cuma günü "Banyo de Novya/Gelin Hamamı" günüdür. O gün yakın akrabalar, gelinin kankası, kaynana ve görümceler gelinin annesi tarafından hamam sefasına davet edilirler. Hamamda yenilir içilir, şarkı türkü eşliğinde göbek taşında gerdan kıvrılıp göbek atılırken, bir ara sanki istemeyerek olmuş gibi gelinin peştamalı sıyrılıp yere düşüverir. Bundan gaye kaynanayla görümcelere gelinlerinin hiçbir bedensel kusuru olmadığını göstermektir.

Düğünden önceki perşembe "Ordenar Kama de Novya/Zifaf yatağının düzenlenmesi" günüdür. Kız tarafından evliliğinde mutlu olan bir kadın zifaf yatağını hazırlayacak, örtünün üstüne badem şekerleri ve gül yaprakları serpiştirecek, bu arada iyi temenniler dile getirilirken, gelinin yüzünün hafifçe kızarmasına sebep olan kimi hafiften erotik takılmalar da hiç ihmal edilmeyecektir.

Düğünden evvelki gece "Nochada de Alhena/Kına gecesi"dir. Yine kız tarafından yakın akrabalarla çok yakın arkadaşların katıldığı şarkılı-türkülü, yemeli-içmeli bu gecede Şark usulü gelinin ellerin kına yakıldığına ilişkin veriler yoksa da kına gecesi geleneğinin şark kültüründen edinildiği kuşkusuzdur.

Bu gecede gelinin annesi bir ölçüde kendi deneyimlerinden de yararlanarak kızına koca evinde nasıl davranması, kayınpeder ve kayınvalidesiyle özelikle de görümceleriyle iyi geçinmek adına nelere dikkat etmesi gerektiğini anlatır, nasihatlerde bulunur.

Düğün şarkılarının en son konusu, damadın zifaf öncesi yüz görümlülüğü olarak gelinin boynuna taktığı gerdanlık veya verdiği incili altın küpelerdir.

Yusuf ALTINTAŞ

Yahudilerin İberik yarımadasında ilk kez varlık göstermeleri kimi uzmanlar tarafından İÖ 6. yy'a tarihlenmektedir. Yeruşalayim'deki Süleyman   Mabedinin   yıkılışını izleyen yılları başlangıç alan bu "Yahudilerin büyük denizin güneşin battığı tarafındaki topraklarına göçü"; yaklaşık yedi asırdan beri göksel tek tanrılı inanç sistemine sahip bulunan Semitik kültürlü bu halkın vardıkları yerde batı paganizminin temsilcileri durumundaki Vizigotlar ve Vandallarla ilk kez karşılaşmasıdır.

Yahudilerin İberik yarımadasına kitlesel göçü ise II. Mabedin yıkılmasıyla hız kazanan ve Bar Kohba isyanı ertesinde doruğa ulaşan, yani I. yy.'ın ikinci yarısıyla II.yy.'ın ilk yarısı arasında gerçekleşen bir olgudur. Ama nedir ki, bu kez Yahudiler kendi ülkelerinde çoktan Greko-Romen kültürle karşılaşmış, Latin ve Yunan istilacılarıyla son birkaç asırdır birlikte yaşamış, hatta aralarında bu kültürün kimi öğelerini kısmen veya tamamen benimseyenleri bile olmuştur.

Roma egemenliğindeki İberya halkının Hıristiyan kültürünü benimsemeye başlaması yaklaşık aynı dönemlere rastlayan bir gelişme olup, son dönem Yahudi göçüyle birlikte buraya ulaşan Mesihi/Nasrani inançlı Yahudilerin de bu gelişmede önemli bir payının bulunduğu kuşkusuzdur.

II.yy'ın ortalarından itibaren keskinleşen ve sonraları Hıristiyanlık adını alacak olan Mesihilik-Nasranilik'in Yahudilikten ayrışma çabaları sonucunda oluşan husumet akımları buradaki Yahudilerin rahatını kaçıracaktır ama, terk ettikleri vatanlarının göreceli de olsa daha güvenli olmadığını gören Yahudilerin bu topraklarda tutunmaya çalışmalarından başka çıkar yoları yoktur.

İberik yarımadasına yerleşen Yahudilerin İslam kültürüyle karşılaşması ise VIII. yy.'ın hemen başlarında Tarık Bin Ziyad komutasındaki Emevi ordularının yarımadayı fethi ve güney coğrafyasından başlayarak neredeyse tamamına yakınını işgali sayesinde mümkün olabilmiştir.

Söz konusu fetihten hemen iki yıl sonra İberik yarımadasının kuzeybatısındaki Asturias bölgesinde baş gösterip giderek yoğunluk ve yaygınlık kazanan "Rekonquista" hareketiyle ada halkının topraklarını Müslümanlardan geri alma savaşımları işgalcileri önemli ölçüde tedirgin ve rahatsız etmişse de, Müslümanlar bu coğrafyada giderek güney bölgelere çekilmek zorunda kalarak da olsa sekiz asra yaklaşan bir süre kalmışlar ve süre içinde Hıristiyan yarımada halkıyla olanın aksine Muvahhitlerin egemen oldukları dönemler hariç tutulursa burada bulunan Yahudilere karşı müsamahalı sayılabilecek tavırlar sürdürmüşlerdir.

Kuşkusuz bu müsamahalı sayılabilecek tutumun temel harcı Hıristiyan yarımada halkının işgalci Müslümanlara karşı da, tanrısal nitelikler atfettikleri Mesihlerini çarmıha gerdiklerini iddia ettikleri Yahudilere karşı da aynı derecede güçlü husumet hisleri besliyor olmaları, buna karşılık bu kara parçasına sonradan gelen bu iki toplumun özellikle de yukarıdaki nedenlerden ötürü bir tür dayanışma içine girme durumunda kalmalarıydı.

Yahudilerin sözü edilen coğrafyada Müslümanların egemenliği altında bulundukları yaklaşık sekiz asrın çok büyük bir bölümünde sosyal ve kültürel bakımdan "Altın Çağ" yaşadıklarına ilişkin pek yaygın iddialar önemli ölçüde gerçeklik payı taşıyorsa da, belli bir göreceliliğe dayandırıldıkları anlaşılan bu iddialarda önemli ölçüde abartı payı bulunduğu da kuşkusuzdur.

İberik yarımadasına Yunanlılar tarafından "Baetica" ve "Hispania" adının verilmiş olduğu, İspanya adının da İbranca'da "Sefarad" sözcüğüyle karşılandığı bilinmektedir. Nedir ki, İberik yarımadasından dünyanın hemen her bölgesine dağılmış bulunan Yahudilere bugün bilinen şekliyle "Sefarad" sanının verilmesi ve onların bu sanla tanımlanmaları bu coğrafyada yaşadıkları dönemlerden ziyade, "Reconquista" sürecinin İspanyollar bakımından tamamlanmış olması nedeniyle bölgeden çıkmaya zorlanıp Avrupa ve Akdeniz havzasının hemen her bölgesine göç ettikleri 1492'den sonra oluşmuş bir durumdur.

1492'de İberik yarımadasını terk etmeye zorlanarak dünyanın hemen her tarafına dağılan "Sefarad"lar nasıl bir toplumdu?

Sefaradlar her şeyden önce Yahudiydi, 28 asra yakın bir süreden beri Musevi din disiplinine bir tür saplantıyla bağlıydı, yaklaşık 14 asır boyunca halkı Hıristiyanlığa giderek artan bir tutkuyla bağlanan İspanya'da Hıristiyanlarla başlangıçlarda iyi ilişkiler içinde de olsa sonralarında yıpratıcı çelişkilerle dolu bir tür bir arada yaşama serüvenini paylaşmışlardı, yine yaklaşık 8 asır boyunca İslamiyet'in batıdaki bayraktarlığı iddiasını taşıyan Emevi, Murabıt ve Muvahhid egemenliği altında Müslümanlarla birlikte yaşamışlardı ve bütün bunlar peş peşe değil iç içe zaman dilimlerinde gerçekleşmişti.

Yahudilerin bir hesaba göre 21, bir başka hesaba göre ise 15 asır yaşadıkları ülkelerini terk etmeye zorlandıklarında beraberlerinde götürebildikleri tek ve en önemli şeyleri "gayri maddi kültürel varlıkları"ydı. Bir başka anlatımla Sefaradlar ülkeleri İspanyayı terke mecbur edildiklerinde bir anlamda "yaşamlarını kurtarmak"la kalmamışlar "yaşanmışlıklarını" da taşımışlardı.

İberik yarımadasındaki Asturias, Kastilya, Leon, Katalunya, Aragon, Sevilya ve Navar gibi az çok sosyokültürel farklılıklar da taşıyan bölgelerden sürgün edilen Yahudiler bu kez kuzey Afrika'nın Mısır, Cezayir, Fas gibi ülkelerine, orta Avrupa'nın hemen her ülkesine, Mora yarımadası ve Ege adalarına, Osmanlı/Türk coğrafyasının egemenliği altındaki Selanik, Balkanlar ve Trakya'ya, Edirne, İstanbul ve Marmara denizini çevreleyen bölgelere, Küçük Asya'nın hemen her yöresine yerleşecekler buralardaki halklarla sosyal ve kültürel etkileşim içine gireceklerdir.

Başkaca zenginleştirici etmenlerin varlığı bir an için göz ardı edilebilse bile, yukarıda kısaca tanımlamaya çalıştığımız yaşanmışlıkların Sefaradlara bahşettiği kültürel zenginliğin boyutlarının hesaplanabilmesi için fazlaca bir maharet sahibi olunmasını gerekli kılmayacağı açıktır.

Bugün Sefaradlardan söz edildiğinde anlaşılması gereken böylesi bir var olma deneyiminin genetik ve kültürel mirasçılarından da söz edilmekte olunduğudur.

Hiç kuşkusuz umulan ve temenni edilen; günümüz Sefaradlarının da böylesi bir mirasın varisleri olduklarının farkındalığını taşımaları, bu mirasın paha biçilemez değerinin bilincinde olmaları ve bu mirasa sahip çıkma iradesini göstermeleridir.

Yusuf ALTINTAŞ

Tiyatro

İlk profesyonel Yidiş tiyatro 1876'da Romanya'da Ukraynalı Yahudi Abraham Goldfaden tarafından kuruldu. Bu kumpanya ertesi yıl Bükreş'te büyük beğeni kazandı. On yıl içinde Goldfaden ve diğerleri Yahudi tiyatrosunu Ukrayna, Rusya, Polonya, Almanya, New York ve Aşkenaz nüfusu kalabalık olan diğer şehirlere taşıdılar. 1890'la 1940 arasında sadece New York'ta bir düzineden fazla Yidiş tiyatro grubu özgün oyunlar, müzikaller ve ünlü tiyatroların ve operaların Yidiş düzenlemelerini sahneye koymaya devam etti. Bu oyunlardan belki en tanınmışı S.Ansky tarafından Yidiş dilinde yazılmış olan "Dibuk" idi. (1919).

XX. yüzyılın başında, New York'un Yidiş tiyatrolarında sahneye konan oyunlar, İngilizce dilindekilere rakiptiler hatta eserlerin kaliteleri daha da üstündü. O dönemde Yidiş dilinde yedi tane günlük gazete basılıyordu.

Aslında Amerikan Yahudilerinin bir sonraki nesli Yidiş değil, İngilizce konuşuyordu. Böylece Yidiş tiyatrosunun artistik enerjisini Yahudilik dozunu azaltarak Amerikan tiyatrosuna uyarlamaya başladılar.

Avrupa'da Yahudiler tiyatronun değişik kollarında aktif, hatta liderdiler. Holokost'tan sonra birçok Yahudi bunu devam ettirdi. Örneğin, Nazi Almanyası öncesinde Nietzsche'nin "Yahudi olmayan aktör ne işe yarar?" dediği gibi, oyuncu, yönetmen ve yazarların çoğu Yahudi'ydi. Berlin'de tiyatro yönetmenlerinin % 80'iyle, tiyatro yazarlarının % 75'inin Yahudi olduğu söylenir.

İngiliz tarihçi Paul Johnson yüzyılın sonunda Yahudilerin Avrupa kültürüne yaptıkları katkılar hakkında yorum yaparken, şöyle yazıyor: "Yahudi etkisinin en kuvvetli olduğu alan tiyatroydu, özellikle Berlin'de. Carl Sternheim, Arthur Schnitzler, Ernst Toller, Erwin Piscator, Walter Hasenclever, Ferenc Molnar ve Carl Zuckermayer gibi tiyatro yazarları ve Max Reinhardt gibi tanınmış yapımcılar dönemin modaya uygun solcu, cumhuriyetçi, deneysel, ve cinsel konularda cüretli olan tiyatro sahnelerine bazen hükmeder gibi görünürlerdi. Ancak bu ortam devrimci değil, Yahudi'den çok kozmopolit bir ortamdı.

Yahudiler ayrıca Avusturya, İngiltere, Fransa ve Rusya'da da bu ülkelerin kendi dillerinde olmak üzere tiyatroya ve tiyatro oyunlarına benzeri katkılarda bulundular. Yahudilerin Orta Avrupa tiyatrolarıyla ilişkileri, Nazilerin yükselişi ve Yahudilerin kültürel mevkilerden atılmalarıyla duruşa geçti; buna rağmen birçoğu batı Avrupa'ya veya Amerika Birleşik Devletleri'ne yerleşip çalışmalarına devam ettiler.

Film

Yidiş Tiyatrosu'nun, tiyatro dünyasında büyük etkisi olduğu yıllarda, Yidiş dilinde 100'den fazla film yapıldı. Bugün bunların çoğu kayıptır. Tanınmış filmler arasında "Shulamit" (1931), filme çekilen ilk Yidiş müzikali "Karısının Sevgilisi" (1931), "Milletinin Kızı" (1932), anti Nazi film "Göçebe Yahudi" (1933), Yidiş "King Lear" (1934), "Şir Aşirim" (1935), gelmiş geçmiş en popüler Yidiş filmi "Yidl ve Fidl" (1936), "Çocuğum Nerede?" (1937), "Yeşil Kırlar" (1937), "Dibuk" (1937), "Şarkıcı Nalbant" (1938), "Tevye" (1939), "Mirele Efros" (1939), "Yol Uzun" (1948), ve "Tanrı, İnsan ve Şeytan" (1950) vardı.

Amerikan film endüstrisindeki Yahudi girişimcilerin listesi dillere destandır: Samuel Goldwyn, Louis B. Mayer, the Warner Brothers, David O. Selznick, Marcus Loew ve Adolph Zukor ile başlayıp, günümüzün devleri Michael Ovitz, Michael Eisner, Lew Wasserman, Jeffrey Katzenberg, Steven Spielberg, Stanley Kubrick ve David Geffen'le devam eder. Gene de bu kişilerin arasında, Steven Spielberg'in dışında çok azı filmcilik sanatlarında veya konularında belirgin bir Yahudi duygusallığı gösterdiler. Daha fazla Yahudi duyarlılığı Marx Kardeşler'in, Mel Brooks veya Woody Allen'nin filmlerinde görülebilir. Hollywood sinema endüstrisindeki diğer özellikle Yahudi filmi örnekleri Barbra Streisand'ın "Yentl" (1983) ve John Frankheimer'ın "the Fixer" (1968) adlı yapıtlarıdır.

Yahudi film müziği bestekârları 20'nci yüzyılın birçok tanınmış filmi için beste yapmışlardır. Elmer Bernstein, Danny Elfman, Elliot Goldenthal, Jerry Goldsmith, Bernard Herrmann, Alan Menken, Alfred Newman, Lalo Schifrin, the Sherman Brothers, Howard Shore, Max Steiner ve Dimitri Tiomkin bu kişilerin en verimlileri arasında yer alır.

Yahudilerin en eski ve değerli kitapları Tevrat ve Tanah (Yahudi kutsal kitabı) hemen hemen bütünüyle eski İbranice yazılmış olup, Yahudi tarihi boyunca geniş anlamda kullanılmıştır. Yahudiler İbranicenin aynı zamanda Tanrı'nın dili olduğunu savunurlar (Tevrat'a göre Tanrı bu dilde konuştu) ve bundan dolayı İbraniceyi "laşon akodeş" -kutsal lisan- olarak bilirler.

İkinci Tapınak yıkıldığında Yahudilerin çoğu Aramice (eski bir Ortadoğu dili) diline, diasporadakiler de Yunancaya dönmüşlerdi. Yahudiler daha da uzak ülkelere göç ettikçe yerel dilleri öğrenerek birçok dilde konuşur oldular. Ortaçağın başında Yahudilerin esas dili Aramice olmuştu. Çağın ileri yıllarında Yahudi edebiyatı Judeo-Arabik (İbrani alfabesi kullanılarak yazılan Arapça) dilinde yazılmaya başladı. Maimonides de bu dili kullanıyordu. İbranice ise, dini ve resmi dil olarak kullanılmaya devam etti.

Zamanla bu Yahudi lehçeler, esas dilden çok değişik bir hale gelip kendileri yeni bir lisan oldular. İçlerinde genellikle İbranice ve Aramice birçok sözcük bulunuyordu. Böylece sadece Yahudi toplumuna ait diller doğdu. Aralarında en yaygın olanlar Avrupa'daki çoğunluğu Almancadan gelen Yidiş dili ve Engizisyondan sonra Endülüs'ten Akdeniz ülkeleri arasına yayılan İspanyolcadan türeme lisan olan Ladino idi.

XIX. yüzyılın başında Yidiş doğu Avrupa'daki Yahudilerin, (bundan dolayı da zaman içinde dünyada en yaygın kullanılan dildi), Ladino (Judeo-Espanyol) da Akdeniz ve Kuzey Afrika (Magreb), Yunanistan ve Türkiye'de yaşayanların ortak dili olmuştu. Avrupa'da Judeo-İtalyan, Yevan ve Karay dillerini konuşan küçük toplumlar da vardı. Ayrıca Arap Yahudileri Judeo-Arabik, İran'dakiler Cidi (Judeo-Farsi), daha küçük gruplar Judeo-Berber, Judeo-Tat ve hatta Kürdistan'da Judeo-Arami dili konuşuyorlardı.

Bu geniş tablo XIX. yüzyılın sonlarında önemli tarihi değişimlerden etkilendi. Milyonlarca Avrupalı Yahudi'nin Amerika Birleşik Devletleri'ne göçüyle İngilizce konuşan Yahudiler çoğaldı. Kuzey Afrika kolonilerinde Fransızca ve İspanyolca konuşulmaya başlandı, İbranice tekrar konuşulan bir dil olarak yeni kelimeler ve basitleştirilmiş ses sistemi ile geri geldi. Holokost Yidiş ve Almanca konuşan Avrupalı Yahudilerin çoğunu trajik bir şekilde haritadan sildi. Arap -İsrail çatışması birçok Yahudi'nin Arap ülkelerini terkederek İsrail'e veya Fransa'ya göç etmesine ve bu ülkelerin lisanlarını konuşmalarına neden oldu.

Günümüzde Yahudiler çok dil bilirler, genellikle yaşadıkları ülkenin dilini öğrenirler. Yahudilerin en yaygın konuştuğu dil İngilizcedir, bunu modern İbranice izler.

Yahudi kültüründe yaratılan edebi eserler ve tiyatro oyunları İbranice, Yidiş veya Ladino (Judeo-Espanyol) gibi kültürel dillerde veya İngilizce veya Almancadır. Yidiş laik edebiyatı ve tiyatrosu XIX. yüzyılda başlayıp, XX. yüzyılın ortalarında gerilemeye geçti. Yahudilerin konuştuğu dil genellikle bulundukları topluma ne kadar entegre olduklarının bir göstergesidir. Örneğin Polonya'da Yahudi köylerinde yaşayanlar ve 20'nci yüzyılın başında New York'a gelenler çoğunlukla Yidiş konuşurlarken, 19'uncu yüzyılda Almanya'daki Yahudilerin çoğu aralarında Almanca konuşurlar, bugün Amerika Birleşik Devletleri'nde yaşayan Yahudilerin dili de İngilizcedir.

Edebiyat

Yahudi nüfusunun yoğun ve kalabalık olduğu bazı yerlerde farklı özellikli Yahudi alt kültürü oluştu. Örneğin, etnik Yahudiler 19'uncu yüzyılın sonunda Viyana'da edebiyat ve sanat dalında çok başarılıydılar. Elli yıl sonra da New York'ta ve 20'nci yüzyılın ortasında Los Angeles'da sivrildiler. Bu kişiler genelde dindar olmayan Yahudiler olup ortaya çıkardıkları Yahudi sanat ve kültürü içinde yaşadıkları toplumun değerlerini yansıtıyordu.

Yahudi yazarlar bir yandan benzersiz bir Yahudi edebiyatı yaratırlarken diğer taraftan yaşadıkları ülkelerin milli edebiyatına katkıda bulundular. Tam anlamıyla laik olmamakla beraber, Shalom Aleichem ve Isak Bashevis Singer (1978 Nobel Ödülü) gibi yazarlar Yidiş yazdıkları yazılarla, doğu Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri'ndeki Yahudilerin yaşam tecrübelerini kaleme alıp dünyaya anlattılar. Amerika'da Philip Roth ve Saul Bellow gibi en büyük Amerikan yazarları unvanını kazanmış birçok Yahudi yazar, eserlerinin içinde kendi laik Yahudi hayat görüşlerine yer verirler. Allen Ginsberg'in şiirleri genellikle Yahudi temalara değinir ("Howl" ve "Kadiş" gibi özellikle otobiyografik çalışmaları). Dünya edebiyatına katkıda bulunan diğer Yahudiler arasında Alman şair Heinrich Heine, Rus yazar Isaac Babel ve Praglı Franz Kafka da bulunur.

"Modern Yahudilik: Bir Oxford Rehberi"nde Profesör Yaakov Malkin şöyle der: "Laik Yahudi kültürü zaman testinden geçmiş, Yahudi olsun olmasın herkesin paylaştığı, estetik bir keyif kaynağı olan, içinde yaratıldıkları sosyo-kültürel şartları aşan edebi eserleri himayesinde tutar. Bunların arasında Shalom Aleichem, Itzik Manger, Isaac Bashevis Singer, Philip Roth, Saul Bellow, S.Y. Agnon, Isaac Babel, Martin Buber, Iasiah Berlin, Haim Nahman Bialik, Yehuda Amichai, Amos Oz, A.B.Yehoshua ve David Grossman gibi yazarlar vardır. Ayrıca Batı dünyasına ve Yahudi kültürüne büyük etkisi olan Heinrich Heine, Gustav Mahler, Leonard Bernstein, Marc Chagall, Jacob Epstein, Ben Shahn, Amadeo Modigliani, Franz Kafka, Max Reinhardt, Ernst Lubitsch ve Woody Allen'ın da eserlerini içerir.

Geleneksel Yahudiler gelirlerinin en az %10'unu "Tsedaka" olarak verirler. Normal yas duası, yas tutan kişinin ölünün anısına bir bağış yapacağını içerir. Yardımsever bağışlar Yahudi yaşamında kurban kesmenin yerini almıştır. Yahudi inançlı kişi için bağış yapmak Tanrı'ya şükretme, Tanrı'dan özür dileme veya bir istekte bulunma adına neredeyse düşünmeden yapılan, içgüdüsel bir davranıştır. Yahudi geleneğine göre fakire yardım etmek yardımseverin ruhunu zenginleştirdiğinden aslında yardımı alan, (kendisine Tsedaka yapma imkânını sağladığı için) yardımsevere daha büyük bir iyilik yapmış olur.

İbranice Tsedaka sözcüğü, Türkçedeki "hayırseverlik" sözcüğü gibi "fakirlere, ihtiyaçlılara veya diğer değerli amaçlar için para vermek ve yardımda bulunmak" anlamına gelir. Ancak Tsedaka'nın anlamı, hayırseverlikten farklıdır. Hayırseverlik gönüllülük ve cömertliktir, zenginlerin ve kudretli kişilerin fakir ve ihtiyaçlı kişilere yardımıdır. Tsedaka ise İbranicede "adalet ve doğruluk" anlamındaki bir kökten gelir. Yahudilikte fakirlere yardım bir hayırseverlik değil de adil bir davranış, fakire hak ettiğini verme görevi olarak kabul edilir.

Yahudilikte fakire yardım bir zorunluluktur, ihtiyaçlı kişiler bile vermeye mecburdur. Bazı bilgeler Tsedaka'nın en büyük, hatta bütün emirlerin toplamından da daha büyük emir olduğunu, Tsedaka vermeyen kişinin putpereste eşdeğer olduğunu söylemişlerdir. Bu da Tsedaka'nın Yahudilikteki önemini gösterir. Tsedaka, tövbe (teşuva) ve dua gibi, günahlar için af dilemenin üç yolundan biridir.

İslam'ın, Müslüman inançlısının yaşam biçimi olduğu gibi, Yahudilik de bir Yahudi'nin günlük hayatının her açıdan belirlendiği kurallar, gelenekler, ritüellerle dolu bir yaşam bicimidir: Sabah uyanınca ne yapılır, ne yenebilir veya yenilemez, ne giyilebilir veya giyilemez, vücut temizliği, iş yönetimi, kiminle evlenilebilir, bayramlarda ve Şabat (kutsal Cumartesi)'ta ne yapılır ve en önemlisi Tanrı'ya, insanlara ve hayvanlara nasıl davranılır. Bu kurallar Yahudilikte "Alaha" olarak bilinir.

Alaha sözcüğü genellikle "Yahudi kanunu" diye çevrilirse de doğru anlamı "kişinin yürüdüğü yol"dur. Bu sözcüğün kökeni İbranicede "gitmek, yürümek" sözcüğünden kaynaklanır.

Yahudi olmayan bazı kişiler ve dindar olmayan bazı Yahudiler, geleneksel Yahudiliğin bu ayrıntılı kanunlarının, dini ruhsuzlaştırıp bir ayin zinciri haline getirdiği şeklinde eleştirir. Alaha'ya riayet edenler ise Alaha'nın, aksine, günlük basit yaşamı, dini önemi olan hareketlere dönüştürerek hayatlarındaki ruhaniliği arttırdığını iddia ederler. Duaların ve dini kuralların, daimi olarak kendilerine Tanrı'yla olan ilişkilerini hatırlatarak varoluşlarının bölünmez bir parçası olduğuna inanırlar.

Yahudiler sadece aynı dine inanan insanlar değil, aynı zamanda dinsel-etnolojik bir toplumdur. Yahudilik kendine bağlı olan kişileri hem uygulamalarda hem de inançta yönlendirdiğinden hem din, hem de yaşam şeklidir. Bu unsur ise Yahudiliğe ait kültür ile Yahudilerin kültürel çalışmalarını ayırt edebilmeyi zorlaştırır.

Yahudi toplumları tarih boyunca Eski Yunan uygarlıklarından, Ortaçağ ve sonrası Avrupa'sına, Müslüman İspanya ve Portekiz'e, kuzey Afrika ve Ortadoğu'ya, Hindistan ve Çin'e, günümüz çağındaki Amerika Birleşik Devletleri'ne ve İsrail'e kadar çok değişik yerlerde ve zamanlarda, dinle ilgisi olmadığı halde Yahudi niteliği olan kültürel olguların gelişmesine tanık olmuşlardır. Bu özelliklerin bir kısmı dinden, daha fazlası ise Yahudiliğin içinden, diğer toplumlarla olan etkileşiminden, toplumun kendi içindeki sosyal ve kültürel canlılıktan kaynaklanıyordu. Bu özellik birbirinden farklı, kendilerine has kültürlere sahip, birçok değişik toplumun her birinin gerçek Yahudi toplumları olarak oluşmalarına yol açtı.

Yahudilerin en az iki bin yıl boyunca ortak bir kültürleri olmadı. Bu zamanlarda Yahudiler dünya yüzünde her tarafa yayılmışlardı. 19'uncu yüzyılda Aşkenazlar çoğunlukla Avrupa'nın doğusunda, Sefaradlar ise kuzey Afrika, Türkiye ve diğer küçük toplumlarda, Mizrahi (Ortadoğulu)'lar Arap topraklarında, daha küçük topluluklar da Etiyopya, Kafkasya ve Hindistan gibi yerlerde yaşıyorlardı.

Bu topluluklar arasında iletişim ve gidip gelme olmasına rağmen (örneğin Engizisyon sırasında birçok Sefarad kuzeye Aşkenazların arasına yerleşti, bazı Aşkenazlar Ortadoğu'ya taşındı, Iraklı tacirler Hindistan'da bir Yahudi cemaati kurdular) halkın çoğunun gettolar, "dhimmi" kanunları ve başka nedenler yüzünden diğer kültürlerle bağlantısı yoktu.

Ortaçağda doğu Avrupa'nın Yahudi toplumlarında yüzyıllar içinde belirgin kültürel özellikler oluştu. Aydınlanma Döneminin (Rönesans ve Reform) evrensel eğilimlerine rağmen Yidiş dilini konuşan doğu Avrupalı birçok Yahudi kendilerini değişik bir halk grubu olarak görmeye devam etti. Yine de özellikleri dinle kısıtlı olmayan bir etnik grup kavramını Aydınlanma Döneminden esinlenerek benimsediler.

Konstantin Makyuka Yidiş konuşan Yahudilerin kültüründe genelden farklı, fakat ayrımcı olmayan bir Yahudi ruhundan bahseder. Bu durum, Romantizm hareketinin Avrupa'daki milliyetçi kişiliği öne çıkarması ile daha da çoğaldı. Örneğin 19. yüzyıl sonu - 20. yüzyıl başında Yahudi İşçi Sendikası'nın üyelerinin dinle ilgisi yoktu, ayrıca bu kuruluştaki liderlerden biri Hıristiyanlığa dönmüş anne ve babanın çocuğu olmasına rağmen kendisi Hıristiyan inancında değildi.

Orta ve batı Avrupa'daki Yahudi Özgürlüğü hareketi onların eşit haklar kazanması ve laik topluma girebilmeleri için bir fırsat oldu. Aynı zamanda doğu Avrupa'daki pogromlar yüzünden 1880'le 1920 yılları arasında 2 milyon kadar Yahudi, Amerika Birleşik Devletleri'ne göç etti. 1940'larda Holokost, Avrupalı Yahudilerin büyük bir kısmının ülkelerinden sürülmesine ve imha olmasına neden oldu. Bu olgu ve yeni kurulmuş olan Israil Devleti'ne Arap ülkelerindeki Yahudilerin toplu göçü Yahudi toplumunun coğrafi değişimini meydana getirdi.

Geleneksel Yahudiler arasında laik kültürü ayırmak zor, çünkü kültür bütünüyle dinsel geleneklerle karışmış durumda. Yahudilik ve Toplum Araştırma Enstitüsü Başkanı Gary Tobin, şöyle diyor; "Aslında dinle kültür arasında bir ikilem yoktur. Her dini unsur kültürle doludur, her kültürel olay da dinle doludur. Sinagogların kendileri birer Yahudi kültür merkezidir. Sonuç olarak hayat nedir? Yemek, ilişkiler ve ruhsal zenginlik; tam da Yahudilerin hayatı gibi. Medeniyet ve kültür de geleneğimizin elzem bir parçası. Pesah sederine bakın - tam bir tiyatro. İçinde kültür unsuru olmasa, Yahudi öğrenimi ve dindarlığı çok sıradan olurdu."

Yahudi geleneğinde mizahın Tevrat'a kadar uzanan bir geçmişi olduğu halde, Yahudi mizahı genellikle günümüzde, (doğu Avrupa kaynaklı olup) son yüzyıl içinde Amerika Birleşik Devletleri'nde gelişmiş olan sözlü, kendiyle alay eden ve çoğunlukla fıkra türündeki sanattır.

Yahudi mizahı birkaç değişik gelenekten kaynaklanır. Bunların ilki Tevrat'ın entelektüel yönü ve dini kanunlarla ilgili olan tartışma yöntemleridir. Dinsel kanundaki yorumları anlamlandırabilmek için ayrıntılı dini kuralların tartışmaları ve gülünç durum oluşturabilecek konular kullanılır.

Hillel Halkin Yahudi mizahıyla ilgili deneme yazısında, kendiyle alay etme yönteminin bazı köklerini Arap geleneklerinin orta çağlarda Yahudi edebiyatına nüfuz etmesine bağlayıp, Yehuda Alharizi'nin "Tahkemoni"sinden bir espri kullanır.

Daha yakın bir gelenek, doğu Avrupa'daki Yahudi toplumlarında güçlü kişilerle açık açık değil de, belli etmeden dalga geçildiği eşitlik geleneğiydi. Saul Bellow'un dediği gibi, "ezilen kişiler nükteli olurlar." "Badchens" denilen soytarılar düğünlerde toplumun önde gelen kişileriyle dalga geçip, mizahı iyi niyetli bir eşitleştirme aracı olarak kullanırlardı.

Yahudi mizahı araştırmacısı Haham Moshe Waldoks, şöyle demiştir: "Kendilerini diğerlerden yüksek ve güçlü gören kişilerin kibrini azaltmak için kullanılan "shtoch" denen dürtmeler, alaylar vardı. Ancak Yahudi mizahı toplumun içinde kendi kendini eleştirmek için kullanılan ve bu konuda çok güçlü olan bir araçtı. Mizahçı, peygamber gibi, insanları zayıf noktalarından yakalardı. Doğu Avrupa'nın mizahı özellikle fakiri yüksek sınıftan olan kişilerin veya resmi yetkililerin istismarından korumak için kullanıldığından, Hahamlar, hükümet yetkilileri ve zenginler hep mizah konusu olarak kullanıldılar. Aslında bir sosyal rahatlama yoluydu."

Yahudilerin müziğe katkıları yaşadıkları ülkelerin kültürlerini yansıtır; bunlar arasında en belirgin örnekler Amerika Birleşik Devletleri'ndeki ve Avrupa'daki klasik ve pop müzikleridir. Buna rağmen bazı müzik türleri belirli Yahudi toplumlarına özgündür; örneğin İsrail müziği, Klezmer, Sefarad ve Ladino müziği ve Mizrahi (doğulu) müziği.

Yahudiler ayrıca pop müziğine katkıda bulunmuşlar ve Amerika Birleşik Devletleri'nde pop müziğinin bazı dallarına egemen olmuşlardır. Bu, Avrupa'da daha az geçerli olmasına rağmen, Amerika'da ilk etkin Yahudi pop müzik sanatçıları Irving Berlin, Kurt Weill ve Sigmund Romberg gibi Avrupa'da doğmuş olan kişilerdi. Yahudilerin Amerikan pop müziğindeki ilk belirgin katkıları sevilen şarkılar ve müzikallerdi. "Songwriters Hall of Fame" (Saygın Şarkı Yazarları Derneği) üyelerinin yaklaşık yarısı Yahudi'dir. Başlangıcından beri ve bugün hala bir noktaya kadar Yahudi bestekârlar ve güfteciler ön plandadır.

Caz çoğunlukla Afrika kökenli Amerikalı zencilerden kaynaklanan bir sanat türü olarak görüldüğü halde, klarnetçi Mezz Mezzrow, Benny Goodman ve Artie Shaw; saksafoncu Michael Brecker, Paul Desmond, Kenny G, Stan Getz, Benny Green, Lee Konitz, Ronnie Scott ve Zoot Sims; trompetçi ve kornetçi Randy Brecker, Ruby Braff, Red Rodney ve Shorty Rogers; baterist Buddy Rich, Mel Lewis ve Victor Feldman ve şarkıcı/piyanistler Billy Joel, Al Jolson, Ben Sidran ve Mel Tormé gibi birçok Yahudi müzisyen bu sanata katkıda bulunmuşlardır. Harry Kandel ve Teksaslı Bill Averbach gibi bazı sanatçılar Caz'ı Klezmer'le karıştırarak icra etmeleriyle ünlüdürler; Flora Purim gibi diğer bazıları Latin Caz ve Caz kaynaşması türlerinde çalışmışlardır. Caz müziğinin büyük bir kısmı Yahudi yapımcıların desteğiyle Yahudi ve Amerika Birleşik Devletleri'ne müzisyenler veya siyah müzisyenlerden oluştuğu için bu sanat türü "ırkçıların korkulu rüyası" oldu.

İlk "rock and roll" sanatçıları çoğunlukla siyahlar veya güneyli beyazlar olduğu halde, Yahudi şarkı yazarlarının bu konuda önemli bir rolü oldu. Jerry Leiber ve Mike Stoller, Carole King ve Gerry Goffin, Neil Diamond, (Türk asıllı) Neil Sedaka ve yaklaşık bütün diğer Brill Binası şarkı yazarları Yahudi'ydi; Phil Spector da öyle. 1960'larda şarkıcıların/şarkı yazarlarının yükselmesiyle bazıları (King, Diamond, Sedaka) sahneye çıktılar, Burt Bacharach gibi diğerleri de çoğunlukla şarkı yazarı olarak çalışmaya devam ettiler. Rock çağında Yahudi müzisyenler çoğunlukta değildi, ancak birçoğu folk ve rock karışımıyla çalıştı. Bunların arasında Bob Dylan, David Bromberg, David Grisman, Kinky Friedman, Jorma Kaukonen, Leonard Cohen, Simon and Garfunkel; sadece rock dalında David Lee Roth, Lenny Kravitz ve Army of Lovers gibi pop toplulukları ve Beastie Boys'ların her biri bulunmakta.

Klasik müzik dalında Yahudilerin Avrupa müzik dünyasındaki katkısı, Yahudilerin İngiltere, Fransa, Avusturya-Macaristan, Alman İmparatorluğu ve Rusya'da sosyeteye kabulüyle gittikçe büyüdü. Ünlü Yahudi romantik bestekârlar arasında Fransız Charles-Valentin Alkan, Paul Dukas ve Fromental Halévy, Bohemyalı Josef Dessauer, Heinrich Wilhelm Ernst, Karl Goldmark ve Gustav Mahler, Alman Felix Mendelssohn ve Giacomo Meyerbeer, ve Rus Anton ve Nikolai Rubinstein örnek gösterilebilir.

20'nci yüzyılda Yahudi bestekâr ve enstrüman maestrolarının sayısı, coğrafi dağılmalarıyla aynı oranda çoğaldı. Yahudi bestekârlar çoğunlukla Viyana'da ve Nazi öncesi Avusturya ve Almanya'daki başka şehirlerdeydiler. 19'uncu yüzyılın sonlarında ve 20'nci yüzyılın başlarında, Yahudiler Viyana konservatuarlarındaki öğrencilerin üçte birini oluşturuyorlardı.

Viyana'nın dışında Yahudiler bir dereceye kadar Paris ve New York'ta da göze çarpmaktaydılar. New York'taki Yahudi nüfusu göç dalgalarıyla hızlı bir şekilde büyüyordu. 1930'larda Nazilerin yükselişi sırasında Yahudi yapıtları "yozlaşmış müzik" olarak damgalanırken birçok Avrupalı Yahudi bestekâr Amerika Birleşik Devletleri'ne ve Arjantin'e göç edip bu ülkelerin klasik müziğini güçlendirdiler. XX. yüzyılın Yahudi bestekârları arasında örnek olarak Avusturya'dan Arnold Schönberg ve Alexander von Zemlinsky, Almanya'dan Hanns Eisler, Kurt Weill ve Theodor W. Adorno, Bohemya ve daha sonra Çek Cumhuriyeti'nden Viktor Ullmann ve Jaromír Weinberger (Ullmann daha sonra Auschwitz ölüm kampında can verdi), Amerika Birleşik Devletleri'nden George Gershwin ve Aaron Copland, Fransız Darius Milhaud ve Alexandre Tansman ve Rusya'dan Alfred Schnittke gösterilebilir.

Bazı klasik müzik tarzları Yahudi bestecilerle bağdaştırılır; bunların arasında Fransız Operası'nın Romantik Çağı da yer alır. Bu tarzın en verimli bestekârları arasında Giacomo Meyerbeer, Fromental Halévy ve Jacques Offenbach yer alır.

Bestecilerden ayrı olarak Guido Adler, Leon Botstein, Eduard Hanslick, Abraham Zevi Idelsohn, Julius Korngold ve Hedi Stadlen gibi birçok ünlü Yahudi müzik eleştirmeni, müzik teoristi ve müzikolojist yer almıştır. Yahudi klasik müziği sanatçıları çoğu zaman kemancı, piyanist ve çello'cu olmuşlardır. Tanınmış örnekler, aynı sıraya göre Isaac Stern, Vladimir Ashkenazy ve Leonard Rose'dur. Ayrıca Gustav Mahler'le başlayıp günümüzde daha sıkça görülen, aralarında Leonard Bernstein gibi milletlerarası üne ulaşmış meşhur Yahudi orkestra şefleri de olmuştu.

Yahudi anneden doğan veya resmi işlemlerden geçerek Yahudilik dinine kabul edilen herkes Yahudi'dir.

Önemli bir nokta, Yahudi olmanın inançla veya davranışlarla ilgili olmadığıdır. Anne ve babası Yahudi olmadığı halde Ortodoks (dindar) Yahudiler gibi düşünüp yaşayan ve Yahudiliğin her emrini yerine getiren bir kişi eğer bu dine geçmek için gerekli resmi uygulamadan geçmemişse, en liberal Yahudilerin gözünde bile Yahudi sayılmaz. Buna karşılık eğer bir kişi Yahudi anneden doğmuş ise, Yahudi dininin gereklerini yerine getirmese veya ateist bile olsa, en dindar Yahudilerin gözünde dahi Yahudi sayılır. Bu sebeple Yahudilik dinden çok bir milliyet, Yahudi olmak ta bir uyrukluk gibi algılanabilir.

Bu durum Yahudiliğin ilk dönemlerinde saptanmıştı. Tevrat'ta "aranızda yaşayan yabancılar", "dürüst din değiştirmişler" veya "dürüst yabancılar" gibi terimler yer alır. Bunlar Yahudiler arasında yaşayıp Yahudi olmayan, resmi olarak din değiştirmeden Yahudilik inancının ve gereklerinin tümünü ya da bir bölümünü benimseyen, uygulayan kişilerdir. Yahudiliğe geçtikten sonra bir kişi özel olarak adlandırılmaz; o artık Yahudi doğmuş herhangi biri kadar Yahudi'dir.

Kaşerut, Yahudi kanunlarının yenmesi yasak ve serbest olan yiyecekler ve onların hazırlanması ve yenilmesi ile ilgilenen kurallarıdır. Kaşerut sözcüğü İbranicede "uygun", "doğru" sözcüğünün kökünden gelir. Daha genişçe kullanılan ve aynı kökten gelen "Kaşer" sözcüğü de bu normlara uyan yiyecekler için kullanılır. "Kaşer" sözcüğü ayrıca ayinlerde kullanılan, Yahudi kanununa uygun, ritüelik dini nesneleri tanımlamak için de kullanılır.

Genel düşüncenin aksine, hahamlar veya dini kurumlarda çalışan diğer kişiler yiyecekleri "kutsayarak" Kaşer yapamazlar. Dindar Yahudilerin yemekten önce söyledikleri dua da yemeği Kaşer yapmaz.

"Kaşer -tipi" yemek diye bir şey yoktur. Kaşer, bir mutfak stili değildir. Fransız, Fas veya Hint yemekleri Yahudi kanununa uygun hazırlanmışsa Kaşer olabilir.

Yahudiler karada yaşayan hayvanlar arasında çift tırnaklı ve geviş getiren her hayvanın etini yiyebilir. Tevrat'a göre deve, porsuk, tavşan ve domuz bu iki koşuldan biri eksik olduğu için Kaşer değildirler. Koyun, inek, keçi ve geyik eti ise Kaşer'dir.

Deniz mahsulleri arasında Yahudiler yüzgeçli ve pullu olan her şeyi yiyebilir. Istakoz, istiridye, karides, midye ve pavurya gibi kabuklu hayvanların yenilmesi yasaktır.

Avcı veya leş yiyen kuşlar yasaktır.

Yenmesi yasak olan hayvanlara ait süt, yumurta, yağ veya iç organlar da yenemez.

Yenmesi dinen caiz olan hayvanların kesimi Yahudi kanunlarına göre olmalıdır. Bu işlem çok keskin bir bıçakla tek darbede, hayvanın boğazına çok hızlı ve derin keserek yapılmalıdır. Bu yöntem iki saniye içinde şuursuzluk getirdiği için ölümün mümkün olduğu kadar acısız olmasını sağlar. Ayrıca kanın etten çabuk ayrılmasını da sağlar ki, bu da eti Kaşer yapmak için gereklidir.

Doğal yollardan ölen veya başka hayvanlar tarafından öldürülmüş olan hayvanları yemek yasaktır.

Sütlü ve etli yiyecekler karıştırılamaz. Yiyecekler dışında tencereler, kaplar, tabaklar ve çatal bıçaklar da Kaşer olmalıdır.

Diğer büyük dinler gibi Yahudilik birtakım inançlara dayanır, ancak Yahudi olmak için bu inançlara bağlı olmak gerekmez. Yahudilikte kişinin davranışları, inançları kadar önemlidir. Maimonides, Yahudilik inancını, yaygın olarak kabul edilen "imanın on üç ilkesi" olarak açıklamıştır. On ikinci yüzyılda yaşamış olan ve Müslümanların İbn Maimun olarak tanıdığı ünlü Yahudi filozof Maimonides, Yahudiler arasında Rambam adıyla bilinir.

Maimonides "imanın on üç ilkesi"ni Yahudilik inancının asgari koşulları olarak görür:

  1. Tanrı vardı.
  2. Tanrı tek ve eşsizdir
  3. Tanrı'nın bedeni yoktur (insan biçiminde düşünülemez, hiçbir şekilde tasvir edilemez)
  4. Tanrı ebedidir
  5. Dua edilecek ve itaat edilecek tek merci Tanrı'dır
  6. Peygamberlerin bütün sözleri doğrudur
  7. Musa'nın kehanetleri doğrudur ve Musa en büyük peygamberdir
  8. Yazılı ve Sözlü Tevrat (Talmud içinde yer alan kanunlar ve diğer öğretiler) Tanrı tarafından Musa'ya verilmiştir.
  9. Ondan başka Tevrat olmayacak
  10. Tanrı insanların düşüncelerini ve eylemlerini bilir
  11. Tanrı iyileri ödüllendirip kötüleri cezalandıracak
  12. Mesih gelecek
  13. Ölüler (Tanrı) istediği zaman uyanacak

Bu temel ilkeler zaman içinde tek tek tartışıldığı gibi, Yahudiliğin Liberal akımı içinde de pek çoğu tartışılmıştır.

Yahudilik diğer dinlerin aksine soyut evrensel kavramlara odaklı değildir. Yahudiler Tanrı, insan, evren, yaşam ve yaşam sonrası gibi konuları derinine düşünmüşlerse de, bunlarla ilgili yukarıda belirtilen genel kavramlar dışında hiç bir zorunlu, resmi, kesin fikir yoktur. Kişisel yorumlara açık olan bu konular eski zamanlarda olduğu gibi günümüzde de Yahudi din adamları arasında tartışılmaktadır.

Yahudilik ilişkilere odaklanır: Tanrı'yla insanlar arasındaki ilişkiler, Tanrı'yla Yahudiler arsındaki ilişkiler ve insanlar arası ilişkiler. Kutsal metinler evrenin yaratılışından başlayarak bu ilişkilerin gelişimini, Tanrı ile İbrahim (Abraham) arasındaki ilişkilerin başlangıcını, Tanrı ile Yahudi milletinin ilişkilerini ve devamını anlatır. Tevrat ayrıca bu ilişkilerin getirdiği ve değişik Yahudi akımlarının farklı olarak yorumladığı karşılıklı yükümlülükleri açıklar. Ortodokslar (dindarlar) bunların Tanrı'dan gelen kesin ve değişmez kanunlar olduğunu savunur; Konservatifler (tutucular) bunların Tanrı'dan gelmiş ancak zamanla değişip, gelişen kurallar olduğuna inanır; Reformistler ve Reconstructionistler ise bunları, uygulanıp uygulanmama kararı kişiye kalmış, ana hatlar olarak tanımlar.

1. Yahudi kimdir?

Yahudi geleneğine göre Yahudi anneden doğan her çocuk ve birtakım sıkı kurallar ve dini törenden geçip Yahudiliği kabul eden herkes Yahudi'dir. Bir insan Yahudi olup dindar olmayabilir. Bu kişilere laik Yahudi denir. Yahudi dini, çok dindar ortodokslardan tutucular ve liberallere kadar farklı akımları kapsar.

2. Dünyada kaç Yahudi var?

Dünyanın her bir yanında yaklaşık 13 milyon Yahudi yaşıyor. Bu 6,6 milyar olan dünya nüfusunun küçücük bir parçası. Yahudilerin yarıya yakını İsrail'de; büyük bir kısmı da ABD, Rusya ve Fransa'da yaşıyor. Son 30 yılda dünya nüfusunda yüzde 60 artış olmasına rağmen Yahudilerin nüfusu sadece yüzde iki artmıştır.

3. Yahudiler bir ırk mıdır?

Hayır. Biyoloji bilimine göre insanlar tek bir ırktır. 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın ilk yarısında bazı etkin Avrupalı bilim adamları kendi ırklarının ("beyaz ırk"ın) üstünlüğünü kanıtlamakla ilgilendiler. 1930 - 40'larda Naziler Aryanlar'ı diğer ırklardan ayırmak için bu fikirleri kullandılar. Aryanlar'ı "ırk merdiveninin" en üstünde, Semitik ırkı da en aşağıda gösterdiler. Güncel bilim ve genetik çalışmalar ırk sınıflandırmasının yokluğunu kesinlikle kanıtlamıştır.

4. Anti-Semitizm nedir?

Anti-Semitizmin anlamı Yahudi nefreti, anti-Semit de Yahudi karşıtı demektir. Anti-Semitizm sözcüğü, 1880 yıllarında "anti-Semitizmin babası" diye anılan Wilhelm Marr adlı Alman gazetecinin makaleleri ve broşürleri sayesinde ün kazandı. Politik anti-Semitizm 19. yüzyılda yükseldiyse de, dinsel anti-Semitizm (anti-Yahudilik) eski zamanlarda başlayıp Ortaçağda özellikle Hıristiyan Kilisesi kapsamında devam etti. Bunun nedeni, Yahudilerin, kendisi de bir Yahudi olan İsa'yı mesih olarak tanımayı reddedip, Romalıları onu öldürmeleri için kışkırtmalarıydı.

5. Yahudilerin dünyaya egemen olmak için gizli bir planı mı var?

Yahudi düşmanlığı tarihte çok geriye gittiği halde Yahudilerin gizlice dünyaya egemen olma komplosu fikri 1800'lerin sonu ve 1900'lerin başında gündeme geldi. Almanya'daki Nazi propagandasında önemli bir yeri olan bu inanış Rusya'daki "The Protocols of Elders of Zion" (Siyon Liderlerinin Protokolleri) adlı kitabın yayınıyla tekrar ön plana çıktı. Bu kitap Rusya'daki Çarlık yönetimi hükümeti tarafından halkın dikkatini, içinde oldukları ekonomik krizden uzaklaştırıp, Yahudileri ülkenin sorunlarının sebebi olarak göstermek için yazılmıştı. Kitaba göre zengin Yahudilerden oluşan kurmaca bir grup, 24 gizli toplantıda Hıristiyanları yok edip dünyada bir Yahudi düzeni kurmanın yollarını araştırırlar. İlk olarak 1903'te St. Petersburg'da bir gazetede çıkan bu kitabın daha sonra birçok değişik uyarlaması yayınlandı.

Kitabın Arapça ve Farsça çevirileri bugün Müslüman dünyasında maalesef geniş çapta görülmektedir. 2002 yılında Mısır televizyonunda bu kitaba dayalı bir dizi bile yayınlanmıştı. "Atsız Binici" adlı bu dizi birçok Arap ülkesinde yayınlanıp bu hikâyenin yayılmasına yardımcı oldu.

6. Amerikan dış politikasını Yahudiler mi yönetiyor?

Amerika'da politik lobiler, sistemin önemli bir parçasıdır. Değişik çıkarları ön plana getirmek isteyen gruplar, kayıtlı olarak meşru yollardan şeffaf bir şekilde kulis yapabilir. Orada Yahudi grupların yanı sıra Arap Lobisi, İran Lobisi gibi gruplar da mevcuttur. Zaten doğru terim Yahudi Lobisi değil, "İsrail Yanlısı Lobi"dir. Enteresan olan bir konu da Amerika'da Evanjelist Hıristiyanların İsrail yanlısı lobide önemli bir rol oynadıklarıdır. Amerika'da yasayan 7 milyon Yahudi, ülke nüfusunun sadece % 2'sini kapsar. Amerikan Yahudileri çok değişik ve çoğu zaman da aralarında karşıt fikirleri olan bir gruptur. İsrail yanlısı lobinin Amerikan Ortadoğu politikasındaki etkisi çoğunlukla büyütülür. Ortadoğu politikası kararlarıyla ilgili kapsamlı bir anketin sonucuna göre, meclisin çoğunluğu gündeme gelen yüzlerce konuda Amerikan başkanı ve İsrail lobisi AIPAC'ın karşıt olduğu konuların sadece % 27'nde İsrail lobisi yanlısı oy vermişti.

Holokost hakkında temel sorular

7. "Holokost" sözcüğünün anlamı nedir?

Holokost 1933-1945 yılları arasında Nazi rejiminin ve yandaşlarının yaklaşık altı milyon Yahudi'yi işkence edip öldürmesidir. 1933 Ocağında Almanya'da yönetime geçen Naziler Almanları "üstün ırk", Yahudileri ise Alman ırkını tehdit eden aşağı derecede bir yabancı güç olarak görüyorlardı. Yahudilerin yani sıra Çingeneler, zihinsel ve bedensel engelliler ve Polonyalılar da ırksal, etnik veya milliyetçi nedenlerle yok edilmek için hedeflendiler.

8. "Son Çözüm" nedir?

"Son Çözüm" Almanya'nın bütün Avrupa'daki Yahudileri yok etme planıdır. Bu terim 20 Ocak 1942'de Berlin'deki Wannsee Konferansı'nda ortaya atılıp Alman subayları tarafından nasıl gerçekleştirileceği tartışılmıştır. Naziler "Son Çözüm" adı altında Avrupa'daki en son Yahudi'ye kadar her birini silah ateşi, gaz odaları ve diğer yöntemlerle nasıl yok edebileceklerini artık açık bir şekilde tartışabiliyorlardı. Holokost sırasında 1,5 milyonu çocuk olan altı milyon Yahudi öldürüldü. Bu sayı II. Dünya Savaşından önce Avrupa'da yasayan Yahudilerin üçte ikisiydi.

9. Holokost sırasında kaç Yahudi öldürüldü?

Avrupa'da yaşayan 9 milyon Yahudi'den 5-6 milyonu Holokost sırasında öldürüldü. Dört yıllık bu süreç içinde yeralan değişik olaylardan dolayı kesin bir sayı vermek imkânsız. Ölenlerin yarısı toplama veya Auschwitz gibi ölüm kamplarında öldü. Diğer yarısı da Nazi askerlerin başta Almanya, Polonya ve Sovyetler olmak üzere değişik yerleşim bölgelerinde toplu öldürmeleriyle gerçekleşti.

10. Onca Yahudi'nin Naziler tarafından öldürüldüğünün kanıtı nedir?

Nazilerin 5-6 milyon Yahudi'yi öldürdüğünün bazı delilleri:

Yahudiler için inşa edilen ve kullanılan daha büyük ölüm kamplarına yollanan insan sayısı ile ilgili tutanaklar.

Avrupa Yahudilerinin II. Dünya Savaşı öncesi ve sonrası demografik yapısı hakkındaki araştırmalar.

Ölüm kamplarındaki Nazi komutanlardan ve ölüm mangalarından gelen çalışma raporları.

Savaş sonrasında Nazi subaylarının ve liderlerinin tanıklık ifadeleri.

Son zamanlarda yapılan araştırmalar sonucu Ukrayna'da yakın zamanda kazılan Yahudi toplu mezarları.

Nazi liderlerinin Yahudilerin yok edilmesiyle ilgili söyledikleri bazı sözleri:

Hitler'in propaganda şefi Joseph Goebbels'in günlüğünden (Lochner, The Goebbels Diaries, 1948, pp. 86, 147-148):

14 Şubat 1942: Führer (Hitler) Avrupa'daki Yahudileri insafsızca temizleme azmini tekrar zikretti. Bu konuda hiçbir korkakça duygusallık olmamalı. Yahudiler sonunda başlarına gelen felaketi hak ettiler. Onların mahvedilmesi düşmanlarımızın mahvıyl a birlikte gidecektir. Bu süreci serinkanlı bir acımasızlıkla hızlandırmalıyız.

27 Mart, 1942: Bu yöntem oldukça insanlık dışı ve burada daha kesin açıklanmamalı. Yahudilerden geriye fazla bir şey kalmayacak. Toplam % 60'ı yok edilip % 40'ı da zorunlu isçi olarak kullanılacak.

SS şefi Heinrich Himmler'in 4 Ekim 1943'te teybe alınmış konuşmasından (Öndegelen Savaş Suçlularının Mahkemesi, 1943, Vol. XXIX, p. 145): Şimdi Yahudilerin tahliyesinden, Yahudi halkının yok edilmesinden söz ediyorum. Bu kolayca söylenen şeylerden biri: "Yahudi halkı yok ediliyor," diyor parti üyeleri, "doğrudur, bu planlarımızın bir parçası, Yahudilerin elenmesi, yok edilmesi, bunu yapıyoruz."

11. Naziler bütün diğer "düşmanlar" arasında neden sadece Yahudileri ortadan kaldırmaya karar verdiler?

Hitler dünyaya egemen olmak için bir dünya savaşı başlattı. Bu savaşın insan bedeli altı milyonu Yahudi olmak üzere toplam 47 milyon siville birlikte yaklaşık 72 milyon ölüydü. Yahudiler Holokost'un hedefiydi çünkü Hitler Yahudilerden nefret ediyor ve onları dünyadaki tüm problemlerden sorumlu tutuyordu. Hitler Viyana'da, Yahudilerin politik ve kültürel yaşamda önde gelen kişiler olduğu şehirde büyüdü. Özellikle I. Dünya Savaşında Almanya'nın yenilgisinden Yahudileri sorumlu tuttu. Alman halkına, Yahudiler ve yandaşları onları "arkadan bıçaklamasalardı" birinci savaşı kazanabileceklerini söyledi.

Hitlerin Yahudilere olan nefreti o kadar derindi ki, pek çok biyografi yazarı bunu bir "takıntı" olarak tanımlıyordu. Hitlerin yakin dostu Albert Speer 1977'de şöyle yazdı:

Yahudilerden nefreti Hitler'in odaklandığı nokta, belki de ona güç veren tek şeydi. Neticede Alman halkı, Alman üstünlüğü, Alman hükümeti hepsi anlamsızdı onun için. Böylece vasiyetindeki son söz de o korkunç yenilgiden sonra biz Almanları acımasız bir Yahudi düşmanlığıyla bağlıyordu.

Ben 30 Ocak 1939'da Hitlerin "Savaş çıkarsa Almanların değil, Yahudilerin yok edileceğini garanti ediyorum" dediği Reichstag toplantısındaydım. Bu cümleyi o kadar emin söyledi ki, bunu sonuna kadar yerine getireceğinden hiç bir şüphem olamazdı.

12. Alman halkı Yahudilere yapılan zulümlerin bilincinde miydi?

1930'larda Nazilerin Yahudilere ve diğer karşıt gruplara yaptıkları zulüm Almanya'da herkes tarafından biliniyordu. Dünyada pek çok sinemada yer alan haber filmlerinde, Kristallnacht (Kırık Camlar Gecesi) sırasında Yahudilere, mülklerine ve ibadet yerlerine yapılan saldırılar gösterilmekteydi. Buna rağmen Naziler Yahudilerin toplu katlini ve soykırımı gizli tutmaya çalıştılar. Alman halkı Yahudilerin doğuya sürüldüğünü biliyordu, ancak öldürüldüklerinden habersizdi.

13. İşgal altındaki Avrupa ülkeleri toplumları, Almanların Yahudilere yaptıklarının bilincinde miydi?

Yahudilerin katliamına karşı yerel halkın tutumu, Nazilerle işbirliği yapmakla görmemezlikten gelmek ve Yahudilere yardım etmek arasında değişiyordu. Bu konuda genelleme yapmak çok güç. Durum ülkeden ülkeye de farklıydı. Polonya, Rusya, Romanya ve Baltık devletleri (Estonya, Latvia, Litvanya)'nde "Son Çözüm" daha açık olarak biliniyordu çünkü bu yörelerde yerel halk da bunun için kullanılıyordu. Batı Avrupa'da halk "Son Çözüm"ün ayrıntılarını bilmiyordu. Bu süreç sırasında Avrupa'nın her ülkesinde yürekli insanlar Yahudileri kurtarmak için kendi hayatlarını tehlikeye attılar. Bazı ülkelerde Yahudilere yardım eden özel gruplar oluştu. Örneğin: Hollanda'da Joop Westerweel, Polonya'da Zagota, İtalya'da Assisi yeraltı teşkilatı, Fransa'nın Le Chambon-sur-Lignon köyü gibi.

14. "Ulusların İçinden Dürüstler" - "Righteous Among the Nations" kimlerdir?

Bu terim Yahudi olmadıkları halde Holokost sırasında hayatlarını tehlikeye atıp Yahudilere yardım eden kişiler için kullanılır. Nazilerin işgali altında veya onlarla işbirliği yapan her ülkede yaşayan bu dürüst insanlar çoğu zaman birçok Yahudi'nin hayatını kurtardı. İsrail'in Holokost'u anmadan sorumlu kurumu olan ‘Yad Vaşem', bu kişileri özel ödüllerle onurlandırır. Bu güne kadar yapılmış olan dikkatli araştırmalardan sonra yaklaşık 10.000 kişi bu ödüle hak kazanmıştır. Bunların arasından İslam dinine mensup yetmiş kişi de "Ulusların İçinden Dürüstler" nişanıyla onurlandırılmışlardır.

15. Yahudilerin soykırımını önlemek mümkün müydü?

Müttefik devletlerin Yahudi katliamına olan reaksiyonu maalesef yetersizdi. ‘Vicdanın Sesi' olması gereken Papa'dan da ses çıkmadı. Müttefikler 17 Aralık 1942'de Nazilerin Yahudilere yaptıklarını şiddetle kınamakla kaldılar, 1944'e kadar da başka bir deklarasyonda bulunmadılar. Üstelik Yahudileri sistemli bir şekilde öldüren Nazilere yardım etmekten vazgeçmelerini, Avrupa halkına kimse söylemedi. Bazı kişilere göre Müttefikler Auschwitz'i bombalasaydı belki de ölüm makinesi yavaşlayacaktı. Buna olasılığa rağmen sistematik soykırımı durdurmak veya yavaşlatmak aslında her şekilde imkânsızlaşmıştı.

16. Tarihte birçok insan felaketlere kurban gittiği halde neden Yahudiler Holokost'u eşi benzeri olmayan bir olay olarak tanımlarlar?

İnsanların çektiği değişik acıları sınıflandırmak ve diğerlerinin acılarını küçümsemek vicdanen yanlıştır. Her felaket ve soykırım diğer felaket ve soykırımlara hem benzer, hem de değişiktir. Ancak Holokost; uygar bir milletin bir etnik veya dinsel azınlığı erkek, kadın, çocuk demeden son bireyine kadar (Avrupa'nın büyük şehirlerinden en uzak Yunan adalarına kadar) izini sürüp sistematik bir şekilde topluca yok edilmesinin politik hedef olarak göstermesi yönünden tarihte halen, benzeri görülmemiş bir soykırım olarak yer etmiştir. Naziler sırf bu hedeflerine ulaşabilmek için mükemmel bir bürokratik sistem kurdular.

Holokost'un gelişimi

17. Nazi rejiminde toplama kamplarıyla ölüm kampları arasındaki fark neydi?

Naziler değişik amaçlı kamplardan oluşan bir sistem geliştirdiler. Toplama kampları birer hapishaneydi. Çalışma kampları Almanya'nın savaş mekanizmasını beslemek için kullanılan bir çeşit köle kampıydı. Ölüm kampları da Polonya'da kurulan, Yahudi ve diğer azınlıkların topluca öldürüldükleri altı kamptı.

18. Naziler ölüm kamplarını neden Almanya'nın dışında kurdular?

Kampların ülkelerinin dışında olması, onları Alman halkından gizli tutmayı kolaylaştırıyordu. Ayrıca öldürülen Yahudilerin çoğunluğu doğu veya güneyde kalan fethedilmiş topraklardan geliyordu. Ölüm kamplarının onlara yakın olması ulaşım kolaylığı sağlıyordu.

19. Yahudiler Nazilere karşı direnmeyi denediler mi?

Nazi kontrolü altındaki Avrupa'da koşullar Yahudiler için çok güç olmasına rağmen Nazilere karşı silahlı direnişte bulunan çok Yahudi oldu. Bu direnişler üç çeşitti: Getto ayaklanmaları, toplama ve ölüm kampları direnişleri ve silahlı partizan çatışmaları. Bunlar arasında 19 Nisan 1943'te başlayan ve 5 hafta süren Varşova Gettosu ayaklanması en çok bilinen silahlı direniş olmasına rağmen bunun gibi birçok getto ayaklanması oldu.

Ölüm, toplama ve işçi kamplarındaki feci şartlara rağmen Yahudi tutuklular Nazilerle 2 Ağustos 1943'te Treblinka, 29 Eylül 1943'te Babi Yar, 14 Ekim 1943'te Sobibor, 19 Kasım 1943'te Janovska, ve 7 Ekim 1944'te Auschwitz'te çarpıştılar.

Yahudiler ayrıca Nazilere karşı yerel milli direniş hareketlerinde ve Yahudi partizan gruplarında aktif rol aldılar.

Naziler, Holokost ve Müslümanlar

20. Naziler Müslümanlar hakkında gerçekten ne düşünüyorlardı?

Nazilerin ırkçı ideolojilerine göre Araplar Semit ırkından olup Yahudiler gibi "insanlık altı"ydılar. Hitler "Mein Kampf" - Kavgam - adlı kitabında dünyaya egemen olma çabasını Aryanlar ve Aryan olmayanlar arasında süregelen ırksal, kültürel ve politik bir çatışma olarak açıklar. Hitler'in ırk hiyerarşi merdiveninde Alman Aryanlar en yukarıda, Yahudiler ve Çingeneler ise en alt sıradaydı. Bu sıralamada Araplar ve Müslümanlar da Yahudilerle aynı şekilde hor görülen hizmetkâr seviyesindeydiler.

Hitlerin 1939'da bir kişisel konuşmasında, Ortadoğu'da yaşayanlardan "kırbaca müstahak boyalı maymun adamlar" diye söz ettiği bilinir. Naziler yine de kendi ideolojik görüşlerinin daha önemli politik unsurlara engel olmamasına özen gösterdiler. Arap ve Müslüman dünyasının kendi yanlarında olmasının önemini bildiklerinden kamuya yaptıkları açıklamalarda onlarla ilgili esas görüşlerini gizlediler. "Kavgam" adlı kitabı 1938'de Arapçaya çevrildiğinde "ırk merdiveni" teorisini kitaptan çıkarmayı Hitler kendisi öngördü.

21. Müslümanların Nazilere karşı tutumu neydi?

1930'lar boyunca Naziler, Arapların ve İranlıların İngiltere'nin Ortadoğu egemenliğine karşı rahatsızlığından yararlanmaya çalıştılar. Naziler Araplara, İngilizlerden ve Fransızlardan kurtuluş sözü veriyordu ki, Araplar Nazi ırkçı rejiminin ileride kendilerini ülkelerinde köle durumuna getireceklerini kavrayamayıp onlara inandılar.

Müslüman dünyasında genelde Nazi Almanya'sına sempati duyulmasına rağmen, bu durum Nazi ırkçı doktrinlerini desteklemekten ziyade kuvvetli bir İngiltere düşmanlığına dayanıyordu; anti-Semitizm nadirdi. Avrupa'daki savaş Müslümanların çoğundan çok uzakta kaldığı halde Naziler aralarından bazılarını kendi saflarına çekmeyi başardılar. Arnavutluk'ta ve Bosna'da iki Müslüman SS birliği oluşturdular, ancak zamanla bu birliklerin etkisiz ve Alman hükümeti için savaşmaya isteksiz olduklarını gördüler. Naziler Hitler'in 21 Kasım 1941'de Kudüs müftüsü Hacı Muhammed Emin El Hüseyni ile görüşmesini propaganda malzemesi olarak kullandılar ve çok reklâmını yaptılar. El Hüseyni ile Müslüman SS birlikleri Islam Dünyası'nın Nazilere yaklaşımının doğru örnekleri değildi, diğer taraftan Afrika, Hindistan ve Sovyetlerden gelen yüz binlerce Müslüman asker, müttefik kuvvetlerin yanında El Alamein, Monte Cassino, Provans ve Stalingrat'ta faşizme karşı savaştılar.

22. Müslümanlar arasında Nazi katliamından kaçan Yahudileri kurtaran oldu mu?

Evet. Avrupa'nın, çoğunluğu Müslüman olan tek ülkesi Arnavutluk'ta savaşın bitiminde öncekinden daha fazla Yahudi vardı. 800 bin kişilik Arnavutluk'ta, II. Dünya Savaşından önce sadece 200 Yahudi yaşıyordu. Savaş sırasında çeşitli Avrupa ülkesinden kaçan birçok Yahudi Arnavutluğa sığındı.

"Ulusların İçinden Dürüstler" arasında resmen onurlandırılmış yetmiş Müslüman arasında birçok cesaret ve özveri örneği görüldü. Bu kişilerden Bosnalı Derviş Korkut, Mira Papo adlı genç bir Yahudi direnişçi kızı saklayıp dünyanın en değerli Yahudi el yazması olan Saraybosna Agadası'nı kurtardı. Türk konsolos Selahattin Ülkümen'in de elli Yahudi'yi Auschwitz fırınlarından kurtararak gösterdiği kahramanlığa Naziler, oğlu Mehmet'in doğumundan hemen sonra hanımı Mihrinissa'yı öldürerek karşılık verdiler. On altı yaşındaki Arnavut Refik Vesili, sekiz Yahudi'yi ailesinin dağ evinde saklayarak kurtardı.

Yahudiler, Müslümanlar ve Hristiyanlar

23. Yahudiler ve Müslümanlar hep birbirlerine düşman mıydılar?

Hayır. İslam ve Yahudilik birbirine çok benzer dinlerdir. İkisi de tek Tanrı'ya inanır. İkisinde de dinsel kanunlar, yenilmemesi gereken yiyecekler ve bireyler arası ilişkileri denetleyici ayrıntılı kurallar vardır. İkisi de dinlerinin yazıldığı dilde öğrenilmesini emreder. Müslümanlar, Yahudileri ve Hıristiyanları "Kitabın İnsanları" olarak tanımlar.

Müslüman ülkelerinde yaşayan Yahudiler her zaman toplumdaki putperestlerden daha fazla korundular. Yahudiler ve Hıristiyanlar yüzyıllarca belirli bir ek vergi karşılığında "zimmî" - ikinci sınıf vatandaş - konumunda yaşadılar. On dört yüzyıl boyunca Yahudi azınlıklar birçok farklı rejim altında İslam Dünya'sında barış içinde yaşadılar. Bu süreçte bazı ülkelerde barış ortamları da sıkıntılı dönemler de geçirdiler. Örneğin Osmanlı Sultanlarının boyunduruğunda dini ortam oldukça hoşgörülü idi. Tam tersine, İran'da 1501-1722 yılları arasında Safavi Hanedanı süresince dini azınlıklar - Yahudiler, Zerdüştler ve Ermeniler'e- düzenli bir şekilde zarar verildi, işkence edildiler ve din değiştirmeye zorlandılar.

24. Yahudiler geçmişte İslam altında, Hıristiyan ülkelerde olduklarından daha mı iyi yaşadılar?

On dört yüzyıllık İslam tarihini yirmi yüzyıllık Hıristiyanlıkla karşılaştırmak kolay olmasa da, genel olarak İslam dünyasında zaman zaman Yahudilere karşı ayrımcılık yapılmış olsa da zulüm olaylar seyrekti.

Hıristiyan Avrupa'sında, Yahudilerin kendi dini inançlarını reddetmeleri için çok çaba harcandı. Yüzyıllar boyunca Yahudileri kendi dinlerine döndürmek için uğraştılar; İslam ülkelerinde bu çok daha az oldu. Bu süreçte birçok Hıristiyan din adamı ve Kilise'nin ileri gelenleri anti-Semit söylenceler ve klişeler uydurdular. Geçmiş yüzyıllarda Müslüman düşünürler bu konuda daha duyarlı oldular. Eski İslam edebiyatında "Yahudi canavarı" diye bir şey yoktu. Müslüman dünyasına ilk anti-Semit klişeler 19. yüzyılda, Arap topraklarındaki Avrupa sömürgelerinden geldi. Ne gariptir ki, bugün Arap ve Müslüman dünyasında hızla artan anti-Semit mitler hep Hıristiyan ve batı dünyasında yaratılmıştır.

25. Tarihte Yahudilerle Müslümanların barış içinde yaşamışlığının örnekleri var mı?

Yüzyıllar boyunca dünya Yahudi nüfusunun büyük bir kısmı Müslümanların egemen olduğu topraklarda yaşadı. Hep "zimmî" oldukları halde Yahudilerin serbestlik ve hatta refah zamanları da oldu. Onuncu ve on birinci yüzyılda İspanyada Endülüs'te Yahudi, Hıristiyan ve Müslüman sanatı ve bilimi yan yana gelişti. En güzel Emevi sarayları inşa edildi; hattatlar ve sanatçılar Tevrat parşömenleri, İnciller, Kuranlar yarattılar; dilbilimciler Latince ve Arapça yazıları birbirlerine çevirdiler. Yahudiler Kordova Halifesi Abdal Rahman III (912- 961)'ın divanında yer aldı. Bu süreç fanatik Kuzey Afrikalı Berberler, Almohad'ların Endülüs'ü fethiyle sona erdi. Almohadlar "zimmî"lere kötü davrandılar. Ölüm ya da din değiştirme seçimleri arasında kalan çoğu Yahudi ve Hıristiyan başka ülkelere göç etti. Tanınmış Yahudi filozof Maimonides'inki gibi birçok aile doğudaki hoşgörülü Müslüman ülkelerine kaçtılar; bazıları da kuzeyde gelişmekte olan değişik Hıristiyan krallıklarına yerleştiler. 1492'de İspanya'nın Katolik kralı Yahudilerin sürülmesini emrettiğinde Sultan II. Bayezit bütün vilayetlere "Yahudilerin girişlerini engellememelerini, onları içtenlikle karşılamalarını" duyurdu. Amerikalı tarihçi Bernard Lewis'e göre "Yahudiler Osmanlı topraklarına kabul edilmekle kalmayıp, aksine cesaretlendirildiler, destek ve yardım gördüler, bazı durumlarda da mecbur kaldılar." Yahudiler birçok Osmanlı hükümdarı altında yükseldiler, bilime ve devlete önemli katkıları oldu. Müslüman ülkeler arasında ilk basımevi 1493'te İstanbul'da bir Yahudi tarafından kurulmuştur.

26. İslam, Yahudileri nasıl anlatıyor?

Yahudilerin ve Hıristiyanların İslam'da özel bir yeri vardır. Müslümanlar Allah'ın, sözünü İbrahim, Musa ve İsa peygamberlerden geçirdiğine inanır. İsa'nın annesi Meryem'in adı İncil'den çok Kuran'da geçer. Kuran'da ayrıca Tevrat'tan ve Yahudi peygamberlerden söz edilir. Yahudiler İbrahim ve Sara'nın neslinden, Müslümanlar da İbrahim ve Hacer (Sara'nın hizmetkârı, ona ilk oğlu İsmail'i doğuran kadın)'ın neslinden gediğini kabul ederler.

İslam inancına göre, İbrahim Mekke'de Kâbe'yi oğlu İsmail ile birlikte inşa etmiştir. Müslümanlar Allah'ın Musa ve İsa'ya öğrettiklerinin yanlış bilindiğine ve Hazret-i Muhammed'den gelen sözün Allah'ın tek, sonsuz ve doğru sözü olduğuna inanır. Kuran'da Tevrat, peygamberler ve İncil'den alıntılar olduğu gibi, ayrıca Hazret-i Muhammed'in Arap yarımadasında Yahudi kavimlerle savaşları geçer. İslam'ı kabul etmeyi reddeden üç Yahudi kavim Muhammed zamanında orada yaşamaktaydı. Peygamberin ordusu iki kavmi 624-625'te Medine'den püskürttü. Birkaç yıl sonra da üçüncü kavmin erkekleri öldürülüp kadınları ve çocukları köle olarak satıldılar. Muhammed'in Medine Yahudileriyle olan çatışmaları Kuran'ın ana konularından değildir, önemi azdır. Buna rağmen Kuran'da Hz. Muhammed'in Yahudilerle olan uğraşı konusu son zamanlarda Müslümanlar arasında Yahudi karşıtı hisleri kabartmak için aşırı uç fikirliler tarafından devamlı gündeme getirilmekte. Bu kişiler Kuran'da ve Hz. Muhammed'in sözlerinde geçen, Yahudilere olumlu kısımları tamamen göz ardı etmekte. Örneğin Sure 2:47 "Ey İsrailoğulları, size ihsan ettiğim nimetimi ve vaktiyle sizi diğer varlıklara üstün yaptığımı hatırlayın." (Elmalılı Meali)

27. İslam Yahudilere karşı mı?

Hayır, çünkü İslam, Yahudileri "Kitabın insanları" olarak tanır. Bu nedenledir ki, Müslümanlar olarak İslam dünyasında bunca anti-Semit efsanenin yayılmasından üzüntü duyuyoruz.

İslam dünyasında birçok değişik akımın var olduğu bir gerçek. On dört yüzyıllık tarihte İslam dünyasının, özellikle Hıristiyanlara kıyasla aralarındaki Yahudi azınlığına gösterdiği göreli hoşgörüyü unutmamak gerekir. Osmanlı İmparatorluğundaki ve Endülüs'teki dinsel serbestlik içinde Yahudilere çok nadir eziyet edildi.

Günümüzün İslam dünyasında var olan Yahudi düşmanlığı Avrupa'da icat edildiği halde günümüzde birçok Müslüman ülkede var olan anti-Semit düşüncelerin ve klişelerin gücünü ve kötü niyetliğini göz ardı etmemek, önemsemek gerekir. Yahudileri vatan haini ve komplocu insanlar olarak gösteren, kan iftirası ile suçlayan bu klişelerin çoğunu uzun yıllar öncesine, Hıristiyan Avrupa'dan gelen kökenine kadar izleyebilmek mümkün. Gene de Hıristiyan veya İslami antisemitizmden konuşmak anlamsız. Antisemit olan dinler değil, kendi politik çıkarları için başkalarının dini duygularıyla oynayan uçlardaki insanlardır.

Biz Müslüman aydınlar olarak, Müslümanlara yapılan ayrımcılığı herkesten önce Batıdaki Yahudi aydınların kınadığı gibi, Müslüman ve Arap düşünürleri ve ileri gelenlerinin de İslam adına Yahudi düşmanlığına karşı çıkmalarını bir vicdani sorumluluk olarak görüyoruz.

İslam karşıtı ayrımcılık gibi Yahudi düşmanlığı da mağdur kişiyi değil, faili rezil eder ve alçaltır.

28. Avrupa tarihinin bir parçası olan Holokost'un Müslümanlarla ne ilgisi olabilir?

Holokost, milyonlarca Yahudi'nin Naziler tarafından katliamı, sadece Avrupa'nın değil, insanlık tarihinin önemli bir bölümüdür. Bu soykırımda milyonlarca insana yapılanlar dinimiz ve düşüncemiz ne olursa olsun, hepimizi ilgilendirir.

Holokost'un acı gizemlerinden biri de görünüşte medeni bir toplumun planlayarak sistematik bir şekilde milyonlarca kişiyi öldürebilmesiydi. Holokost'tan ders alabilmek için Almanya'daki demokrasiyi hiçe sayıp bütün bir nesli kandırarak dünyayı küresel bir çatışmaya sokan ve bütün bir toplumu tehdit edici Holokost'a kadar varan karanlık güçleri bütünüyle anlayabilmek gerekir.

Holokost İnkârı Hakkında

29. Holokost inkârı nedir?

Holokost inkârı, Nazilerin Yahudileri maruz bıraktığı toplu cinayetin asılsız olduğunu; Yahudilerin verdiği kayıpların sayısının çok abartıldığını, Holokost'un sistematik veya resmi bir politikanın sonucu olmadığını veya Holokost'un hiç bir zaman olmadığını savunmaktır. Holokost'un delillerini saklamaya çalışan ilk kişiler Nazilerdi. Paul Rassinier adında bir Fransız II. Dünya Savaşı'nda sadece 500 bin ile bir milyon arası Yahudi'nin öldüğünü ve bunların Nazilerin elinde değil de, günün kötü şartları yüzünden öldüklerini iddia etti. Onu diğer sahte bilginler ve "tarih revizyonistleri" izledi. Holokost inkârcıları nefret dolu bildirilerini internet yardımıyla yaymaya, beyaz üstünlükçüler gibi gruplar da internet sitelerinde olayları kendi çarpık açılarından açıklamaya devam ettiler.

30. Nazilerin kurbanlarını gazla öldürdüğünün kanıtı nerede?

Holokost sırasında Yahudileri öldürmek için en çok kullanılan yöntemlerden biri ölüm kamplarındaki gaz odaları idi. Naziler 1941 sonbaharında büyük boy gaz odalarının kullanımı hakkında talimatlar yayınladıklarında daha küçük boydaki ölüm odaları zaten kullanılmaktaydı. Ölüm kampları kurulmadan önce gaz odaları Hitler'in genetik ıslah programında önemli bir yer tutuyordu. Ocak 1940 ile Ağustos 1941 arasında bedensel ve zihinsel engelli 70.273 Alman vatandaşı 20-30 kişilik "duş odası"- tecrit edilmiş gaz odalarında can verdi.

Bu sürede Almanya'nın doğu seferberliğinde Yahudiler toplu olarak ateşli silahlarla öldürülmeye devam ediyordu. 1941 Ekim'ine gelindiğinde bu yöntem yetersiz olmaya başladı. Kasım 1941'den itibaren Chelmno ve Treblinka'da dizel kamyonların egzozunu kullanarak taşıdıkları insanları gazlamaya başladılar. Çoğunluğu Yahudi olan 320 binden fazla Chelmno tutuklusu bu yöntemle öldürüldü. Treblinka'da gaz kamyonları ve gaz odalarında toplam 870 bin Yahudi öldürüldü.

Gaz odaları Belzec, Lublin, Sobibor, Maydanek ve Auschwitz-Birkenau'da 3 Eylül 1941'den 1944 Kasım'ına kadar kullanıldı. Bilirkişiler gaz odalarının 2 ile 3 milyon Yahudi'nin ölümünden sorumlu olduğunu tahmin ediyor.

31. Neden Holokost'u sorgulayanlar antisemit veya Neo-Nazi olmakla suçlanıyor?

Altı milyon Yahudi'nin II. Dünya Savaşı sırasındaki katliamı tarihte en iyi belgelenmiş insanlık karşıtı suçtur. Bu vahşetin, başta Nazilerin kendi tutanakları olmak üzere planlama ve işi yerine getirme aşamaları ile ilgili birçok resmi belgesi var. Ayrıca toplama kamplarının kurtarılması ve toplu mezarların kazılması sırasında çekilmiş birçok fotoğraf ve film, aralarında kamplardan kurtulanların da olduğu sayısız şahidin anlattıkları bulunmakta. Bütün bu deliller karşısında Holokost inkârı hep politik amaçlar içerir. Holokost inkârı çoğu zaman Neo-Naziler tarafından yeni üyeleri cezbetmek için kullanılır.

Birçok araştırmacı ve akademisyen, yakın tarihte Holokost inkârıyla antisemitizm ve Nazizm arasındaki bağlantıyı gösteren çeşitli örnekler sunmuştur. Amerika'da Holokost'u inkâr eden kuruluş "Institute for Historical Review" Başkanı Greg Raven 1992'de "Hitler büyük bir adamdı... Churchill ve Roosevelt'in toplamından da büyük... Almanya'nın başına gelebilecek en iyi şeydi" demiştir.

Geçtiğimiz yıllar boyunca dünyada Holokost'u araştıran yüzlerce ünlü tarihçiden bir tanesi bile Holokost inkâr teorilerini onaylamamıştır.

32. Neden birçok Avrupa ülkesinde Holokost inkârı suçtur?

Holokost inkârı ayırımcılığa, vahşete, ırkçılığa ve zenofobiye (yabancı düşmanlığı veya korkusu) teşvik nedeniyle Avrupa ülkelerinde kanuna aykırıdır. Bütün geçmişteki mahkemeler, anıtlar, müzeler, hatıratlar, filmler karşısında bu olayı inkâr eden bir insan, Holokost'un büyük çapta bir hile olduğunu iddia etmiş olur. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Kurulu 1996'da Robert Faurisson'un inkârı hakkında şöyle yazmıştır: "Sözde tarafsız akademik araştırma görüntüsü altında Nazilerin kurbanlarını sahtekârlık yapmakla suçluyor." Holokost inkârı, bir tür, Yahudilere karşı kışkırtma yolu olduğu için suç kabul edilir.

33. Holokost inkârı neden Arap ve Müslüman ülkelerinde yaygın?

İslam dünyasında yakın zamanlarda yaygınlaşan Holokost inkârı hükümetlerin desteği, radikal İslam'ın yayılışı ve Arap-İsrail çatışmasının şiddetlenmesinden kaynaklanıyor. Holokost inkârı Ortadoğu'da tanınmış kişilerin konuşmalarında, devlete ait televizyon kanallarında, gazete makalelerinde ve profesyonel organizasyonlar desteğiyle sürekli gündemde. Holokost inkârının temel direği olan "Yahudiler Holokost hikâyesini kendi çıkarlarını korumak için uydurdular" iddiası Arap ve İslam ülkelerinde gittikçe daha yaygın olarak kabul edilmekte.

Arap ve Müslümanların Holokost kavramı hiç bir zaman tek şekilde olmadığı gibi, Arap-İsrail kavgasının durumuna göre de değişmektedir. İran ve Suriye gibi ülkelerde Holokost inkârı doğrudan devlet teşvikiyle baş gösteriyor. Başka ülkelerde II. Dünya Savaşı'nda Yahudilerin katliamını küçümsemek, İsrail ve Amerika'yla olan ilişkilerin düzelmesine karşıt olan partiler ve gruplar tarafından teşvik ediliyor.

34. Holokost inkârı İslam dünyasına nasıl "ithal" edildi?

Holokost inkârı Arap dünyasında ilk olarak 1970'lerde ortaya çıkmasına rağmen, 1990'lara kadar Ortadoğu medyasında yaygın değildi. Batıdaki inkârcılar arasında eski bir komünist olan Fransız Roger Garaudy, İslam dinine geçtikten sonra Holokost inkârı ve antisemitizmi İslam dünyasında yaymaya başladı. Fransız hükümeti Garaudy'u ırkçılığa teşvikle suçlayınca kendisi Ortadoğu'da kahraman oldu.

Aralık 2000'de Institute for Historical Review 14'cü konferansını 2001 Nisan ayında Beyrut'ta düzenleyeceğini açıklayınca Batılı inkârcılarla Arap dünyasındaki bağ daha da belirginleşti. Birçok Arap aydını bunu bir rezalet olarak açıkça protesto etti. Sonuçta Lübnan hükümeti bu konferansı yasakladı. İran dışişleri bakanlığının 2006 Tahran Holokost konferansında eski Ku Klux Klan lideri David Duke, gözden düşmüş birkaç akademisyen ve birçok ‘supremacist' (beyazların üstünlüğünü savunan) yer aldı.

35. Holokost inkârı Müslümanlara ne kazandırır?

Hiçbir şey, ancak büyük bir insanlık faciasını inkâr etme Müslümanların kendi özgüvenini ve ahlak değerlerini sarsar. Aramızdaki Müslümanların da belirttiği gibi, hiç bir dava II. Dünya Savaşı'nda milyonlarca Yahudi ve diğer azınlıkların Naziler ve yandaşları tarafından öldürülmesinin getirdiği büyük acıyı inkâr ederek veya küçümseyerek kazanılamaz. Holokost inkârını Ortadoğu çatışmasında bir politik araç olarak kullanma teşebbüsü aksine bu yöredeki güvensizlik ve düşmanlığı körükler.

Holokost ve Arap-İsrail çatışması

36. Yahudiler İsrail'i kurmak için Holokost'u mu kullandılar?

Yahudi devletinin varoluşunu Hitler'e borçlu olduğunu söylemek hatalı bir düşüncedir. Yahudi milliyetçiliği - Siyonizm, Avrupa'daki Yahudiler yok edildiğinde yarım yüzyıllık geçmişi olan bir kavramdı. Hitler 1933'te iktidara geldiğinde ve 1936'da Filistin'in bölünmesi teklif edildiğinde, Yahudi devletinin temelleri çoktan atılmıştı. Bundan dolayı İsrail, Holokost'un doğrudan bir sonucu olmuyordu.

Birleşmiş Milletlerin 1947-1948 yılları arasında yer alan müzakerelerine bakılırsa, Holokost'un bu konuda karar yönlendirici veya önemli bir rolü olduğunu bile kanıtlamak zor. Şu da gerçektir ki, Holokost dünya kamuoyunda Yahudilere ait bir vatanın yasallığını hızlandırdı. Ancak Holokost ve İsrail arasında bir sebep - sonuç ilişkisi yok.

37. Holokost'u konuşmak İsrail'e çıkar sağlamıyor mu?

Hayır. Holokost bir İsrail meselesi değil. Ayrıca, Müslümanların Holokost inkârı, Filistinlilerin davasına yardımcı olamadı. İsrail devleti ve İsrail hükümeti hakkındaki politik görüşümüz ne olursa olsun, tarihte Holokost'un varlığının kanıtları değişmez. Yahudi milletinin soykırımını inkâr veya küçümsemenin hiç bir ahlaki temeli olamaz.

Holokost'u kabul etmek, Filistinlilerin haklarını reddetmek veya onların davalarını inkâr edip küçümsemek anlamına gelmez.

38. İsrail - Filistin çatışması neden Holokost'la kıyaslanamaz?

İsrail'le Filistinliler arasındaki anlaşmazlık ırkçı değil, milliyetçi bir davadır. Politik ve toprak sorunudur. İki milletin küçük bir toprak parçası için verdiği uğraştır. Bu sorun yıllardan beri kimi zaman şiddet kullanarak, kimi zaman da anlaşmaya çalışarak devam etmiştir. Bir barış anlaşmasına varılamadığı durumda, şiddet ortamı gerek Araplara gerekse Yahudilere azap vermekte, Filistinliler de kötü durumda yaşamaya devam etmekte.

Her şeyden önce, Yahudilerin katliamı ırkçı Nazi ideolojisinin bir sonucuydu. Bu ideolojiye göre Yahudiler varlıklarıyla Almanya'yı ve bütün uygarlığı tehlikeye sokan çok kötü bir ırktı. Nazilerin Yahudilere yönelik kavgası toprak veya varlık gibi elle tutulur bir kazanç uğruna değildi. Onların hedefi dünyayı Yahudilerin sözde zararlı etkisinden kurtarmaktı.

Holokost Nazilerin ırkçı ideolojilerinden doğdu ve onlar Yahudilerin tümünü öldürmeyi denediler. Holokost'ta egemen bir millet, devletin bütün kaynaklarını belirli bir milletin sistemli toplu katlini gerçekleştirmek için kullandı.

Naziler Yahudileri ölüm kamplarında silahla ve özel olarak tasarlanmış gaz odalarında düzenli bir şekilde öldürdüler. Ayrıca Nazi idaresi altında gettolarda, kamplarda ve köle işçi olarak çalıştıkları yerlerde, yüz binlerce Yahudi ölünceye kadar çalıştırıldı. Sonuç 6 milyona yakın Yahudi'nin ölümüydü.

İsrail-Filistin çatışması çok acı olduğu halde Holokost'la kıyaslanamaz. Ortadoğu'daki durumu açıklamak için Holokost'un tarihinden terimler kullanmak olayları ve sonuçlarını açıklığa kavuşturmak yerine daha da bulandırır.

39. Holokost'la ilgisi olmayan Filistinliler neden onun cezasını ödesin?

Bir insanlık felaketi olan Holokost konusunu İsrail'in kuruluşu ve özellikle İsrail siyasetinden ayrı tutmak gerekiyor.

Filistinlilerin ve İsraillilerin hisleri ve düşünceleri kutsal tarih, acı dolu bir geçmiş, birbirlerine karşı batıl inançlarla o kadar dolu ki, geçmişte veya günümüzde birbirlerinin çektiği acıyı bir türlü anlayamıyorlar.

Filistinlilerin (ve Arapların) Yahudi tarihine bakışı, Yahudilerin Filistin (ve Arap) tarihine bakışı gibi kötülük ve söylencelerle dolu. Bu söylenceleri düzeltmenin sorumluluğu her iki tarafın da aydın kişilerine aittir. Müslüman aydınlar, Yahudileri Nazilerle eşleştirip Yahudi (Davut) yıldızını Nazilerin gamalı haçı gibi çizmenin anlamsız olduğunu bildirmekle kalmayıp Holokost kurbanları ve ailelerine en büyük hakaret olduğunu beyan etme cesaretini gösterebilmelidir.

Yahudi aydınlar da diğer Yahudilerin Filistinliler ve meşru istekleri hakkındaki mit ve kötü niyetli düşüncelerini silmek için çalışmalıdır.

En önemlisi, Holokost konusunun politik anlaşmazlıklar arasında yeri olmamalıdır. Holokost İsrail'in kuruluşundaki kararı yönlendirdiyse de; Arapların Yahudilerin başına gelen felakette bir suçu yoksa da; Müslümanların Holokost'u inkâr etmesinin ya da kabulünün İsrail'e destek veya Filistin haklarına ihanet olarak görmek ahlaki vicdana uymaz.

40. Holokost konusu neden bu kadar çok konuşuluyor?

Holokost konusu sadece Nazizmin kurbanlarını hatırlamak ve onurlandırmak değil. Bu bir ülkeyi yönetenlerin, belli bir dini veya etnik zümreyi hedef alarak onları ülkenin sorunlarıyla suçlayıp, çözümü kin yoluyla basitleştirmenin nelere yol açabileceğini gösteren uyarıdır.

Hedeflerine nefret yoluyla ulaşmak isteyenler azınlıkta olduğu halde, karşılarına çıkan olmadığı sürece çoğunluk olarak görünürler. Holokost'tan öğrenmemiz gereken tek bir şey varsa, o da adaletin en büyük düşmanının sessizlik olduğudur. Geçmişteki hataları kavramak istiyorsak Holokost'u tarih diye geçiştirmemeli, ondan ders almalıyız.

Biz Müslümanlar - ve herhangi bir inancı olan her insan - Holokost'un nedenlerini ve sonuçlarını, özellikle ona öncülük eden yıllardaki politik liderlerin, makale yazarlarının ve yorumcuların üsluplarını anlamalıyız. Holokost'un Auschwitz veya gettolarda başlamadığını da unutmamalıyız. Holokost ondan çok uzun zaman önce cehalet içinde üreyen bir nefretin yaygınlaşmasını sessizce izleyenlerin kalplerinde başlamıştı.